‘Halife’ ne yapmıştı?
Millî Görüşçüleri asıl kızdıran M. Kemal‘in şu sözleri olmalıdır. Yukarıda verdiğim, M. Kemal‘in anlattığı ülkemizin umumî manzarası “vatan hainleri”nden başka kimsenin itiraz edemeyeceği bir görüntüdür. Onun için Millî Mücadele’nin lideri, Padişah- Halife Vahîdeddin‘e en ağır şekilde yüklenmektedir:
“Filhakika, her ne sebep ve sûretle olursa olsun, Vahîdeddin gibi hürriyet ve hayatını milleti içinde, tehlikede görebilecek kadar, âdi bir mahlûkun, bir dakika dahi olsa, bir milletin re’s-i kârında [iş başında] bulunduğunu düşünmek ne hazindir! Şâyân-ı teşekkürdür ki, bu alçak, mevrûs [mirasçı] saltanat makamından, millet tarafından iskāt olunduktan [düşürüldükten] sonra, denâetini [Alçaklığını] itmâm etmiş [tamamlamış] bulunuyor. Türk milletinin, bu takaddümü [önceliği] elbette, takdire lâyıktır.
Âciz, âdi, his ve idrâkten mahrum bir mahlûk; kabul eden, herhangi bir ecnebînin himayesine girebilir; fakat, böyle bir mahlûkun, bütün İslâmların halifesi sıfatını hâiz bulunduğunu ifade etmek elbette muvâfık değildir. Böyle bir telakkînin doğru olabilmesi, evvelemirde, bütün İslâm kütlelerinin esir olmaları şartına vâbestedir [bağlıdır]. Hâlbuki, cihanda hakikat, böyle midir? Biz, Türkler, bütün tarihî hayatımızca hürriyet ve istiklâle timsâl olmuş bir milletiz! Kıymetsiz hayatlarını iki buçuk gün fazla, sefilâne sürükleyebilmek için, her türlü mezelleti mubah gören halifeler oyununu da sahneden kaldırabildiğimizi gösterdik. Bu sûretle devletlerin, milletlerin, yekdiğerleriyle münasebâtında [münasebetlerinde] şahısların, bâ-husus mensup olduğu devlet ve milletin zararına da olsa, şahsî vaziyet ve hayatlarından başka bir şey düşünemeyecek pespayelerin ehemmiyeti olamayacağı hakikat-i malûmesini [bilinen hakikatini] te’yîd ettik.
Milletler münasebâtında, mankenlerden istifade sistemine rağbet devrine hâtime [son] vermek, medenî âlemin samimî temennîsini teşkil etmelidir!
Muhterem efendiler; firarî halife, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde hal’ olundu [indirildi]. Yerine, sonuncu halife olan Abdülmecid Efendi intihâb edildi [seçildi].” (Nutuk, s. 497)
***
Mustafa Kemal Atatürk’ün inkılaplarına takılıp kalanlar, Millî Mücadele’yi arkaya itmişler, ‘keşke Millî Mücadele başlamasaydı’ demeye getirmişlerdir.
***
Eğer Türkiye’de 30 Ağustos Zaferi tartışılmaya açılıyorsa, kutlanması fuzulî görülüyorsa, bir şeylerin üstü örtülmek isteniyor bir şeylere karşı tavır alınıyor demektir.
Açık yazıyorum: Bu tavır İstiklal Harbi’ne karşı duruştur!
Türkiye’de kendilerini “din”le bütünleştiren bazı grupların -bu gruplara Millî Görüşçüler de dâhil- Mustafa Kemal Atatürk‘le ilgili, “Osmanlı’yı yıktı. Halifeliği kaldırdı; halife düşmanı, Osmanlı düşmanı.” görüşleri, Mustafa Kemal Millî Mücadele’nin lideri olduğu için, ister istemez, haddini bilmeyen kimilerince, İstiklâl Harbi’ne karşı bir tavra dönüşmektedir.
Nice zamandır, sudan sebeplerle, 30 Ağustos’un kutlanmamak istenmesinin bir başka izahını yapabilenler varsa, lütfen bizi aydınlatsınlar!
Bugün 30 Ağustos… 1922’de, Türk’ü zafere götüren Başkumandanlık Meydan Muharebesi’nin 94. yıldönümü…
Bu meydan muharebesi niçin verildi? Neticesi nedir? Özellikle Mustafa Kemal‘in ünlü Nutuk‘undan hareketle 30 Ağustos’un önemini vurgulayacağız.
A. T.
***
İstiklal Harbi’den önce Türkiye’nin hâli
İstiklal Harbi başlamadan önce memleketin hâli neydi? Bunu bilmeden Millî Mücadele’nin önemini kavrayamayız.
Mustafa Kemal “Nutuk“una şöyle başlar:
“1335 [1919] senesi mayısının 19’uncu günü Samsun’a çıktım. Vaziyet ve manzara-ı umûmiye:
Osmanlı Devleti’nin dâhil bulunduğu grup, Harb-i Umûmî’de [Umumî Harp’te; Birinci Dünya Savaşı’nda] mağlûp olmuş, Osmanlı ordusu her tarafta zedelenmiş, şerâiti [şartları] ağır, bir mütârekenâme imzalanmış. Büyük harbin uzun seneleri zarfında, millet yorgun ve fakir bir hâlde. Millet ve memleketi Harb-i Umûmî’ye sevk edenler, kendi hayatları endişesine düşerek, memleketten firar etmişler. Saltanat ve hilâfet mevkiini işgal eden Vahîdeddin, mütereddi [soysuzlaşmış], şahsını ve yalnız tahtını temin edebileceğini tahayyül ettiği denî [Aşağılık] tedbirler araştırmakta. Damad Ferid Paşa’nın riyâsetindeki kabine; âciz, haysiyetsiz, cebîn [korkak], yalnız padişahın iradesine tâbi ve onunla beraber şahıslarını vikāye edebilecek [koruyabilecek] herhangi bir vaziyete razı.
Ordunun elinden esliha [silâhlar] ve cephanesi alınmış ve alınmakta…
İtilâf Devletleri, mütâreke ahkâmına riayete lüzum görmüyorlar. Birer vesile ile, İtilâf donanmaları ve askerleri İstanbul’da. Adana vilâyeti, Fransızlar; Urfa, Maraş, Ayıntab, İngilizler tarafından işgal edilmiş. Antalya ve Konya’da, İtalyan kıt’aât-ı askeriyesi; Merzifon ve Samsun’da İngiliz askerleri bulunuyor. Her tarafta, ecnebî zâbit ve memurları ve hususî adamları faaliyette. Nihayet, mebde-i kelâm [sözün başlangıcı] kabul ettiğimiz tarihten dört gün evvel, 15 Mayıs [1]335 [15 Mayıs 1919]’te İtilâf Devletleri’nin muvafakatiyle [uygun görmesiyle] Yunan ordusu İzmir’e ihrâç ediliyor.
Bundan başka, memleketin her tarafında, anâsır-ı Hristiyaniye [Hıristiyan unsurlar] hafî [gizli], celî [açık], hususî emel ve maksatlarının temin-i istihsâline, devletin bir an evvel, çökmesine sarf-ı mesaî ediyorlar.” (Nutuk, 1927, s. 5).
Millî Mücadele başlamasaydı ne olurdu?
Millî Görüşçüler! İktidardasınız ve size soruyorum… Millî Mücadele başlamadan önce Osmanlı’nın umumî manzarası Mustafa Kemal‘in anlattığı gibi miydi, değil miydi?
Eğer Millî Mücadele başlamasıydı ne olurdu?
Sevr Projesi tatbik edilir miydi, edilmez miydi? Ülkemiz paramparça olur muydu, olmaz mıydı? Batı “Şark Meselesi”ni böylece kökten halleder miydi, etmez miydi? Nihayet Türk Anadolu’da esir, çaresiz, umutsuz kalır mıydı, kalmaz mıydı?..
Ve… Bu toprakları vatan edinenler, dünyanın en büyük ve en uzun ömürlü devletini kuranlar Anadolu’dan sürülür müydü, sürülmez miydi?
30 Ağustos-15 Temmuz
15 Temmuz’dan sonra 30 Ağustos daha anlamlı hâle geliyor.
Millî Mücadele, düşmanın yanında asıl iç düşmana karşı verilmiştir, İtilaf güçlerinin kışkırttıklarına, İstanbul Hükûmeti’nin beslediklerine, “Halife” sıfatını taşıyan basiretsizin manevralarına karşı verilmiştir.
Ülkemiz yine kuşatılmıştır; içeriden ve dışarıdan büyük taarruzlarla karşı karşıyayız. “Düşman”, 15 Temmuz’da, darbe yaptırmak istemiş, iç savaşın eşiğinden dönülmüştür. (Hâlâ tehlikeyi atlatmış değiliz.)
30 Ağustos’u anlamak istemeyenlere, kutlamaktan imtina edenlere Mustafa Kemal‘in şu sözleri bir şey anlatır mı? Yoksa yine, Millî Mücadele’ye bigane, 30 Ağustos Zaferi’ne kayıtsız kalırlar, M. Kemal düşmanlığını katlarlar mı?!
“Kemalizm”i tartışın ama “Başkumandan Mustafa Kemal”i bir kenara koyun. Millî Mücadele o kadar çetin geçmektedir ki, dış düşmandan çok, iç düşmanla uğraşıyorsunuz… İktidardaki Millî Görüşçüler, “darbeye” maruz kaldığımız bu günlerde, Mustafa Kemal‘in aşağıya aldığım sözlerinin nasıl bir anlam taşıdığını düşünsünler:
“Onlar, düşmanlar hesabına cephelerimizi kaç defa arkadan vurdular. İslâmın ilk asırdan beri, şeref ve hak din nâmına cihat eden milletimiz, tarihimizin ilk günlerinden beri, devlet ve memleket ne vakit tehlikeye düşmüşse kanını mebzûlen akıtmaktan hâlî kalmayan [geri durmayan] milletimiz, bu defa muazzam vatandan bakiye kalan son parçada, son kaleye çekilmiş, en son müdafaasını yaparken hükûmet nâmını alan heyetler, düşmanlar hesabına, düşman safları arasında kendi milletleri aleyhine çalışıyorlardı. Bizans’ın son günlerinde, Fatih’in teslim davetine karşı Allah’ın bana bir vedîası [emaneti] olan bu memleketi, ancak Allah’a teslim ederim diyen son Kayser-i Rum’un tahtına vâris bir hanedandan gelen bugünkü halife ve sultanın hükûmeti, esir olmamak isteyen milleti, kendi eliyle bağlayarak düşmanlara teslim etmeye çalışıyordu.” (Nutuk, s. 420).
Büyük Zafer
1921’de, 22 gün 22 gece süren M. Kemal‘in ifadesiyle, Sakarya Melhame-i Kübrası [En büyük kanlı savaşı] sonunda, “düşman” Sakarya’nın batısına atılmıştır.
Tam bir yıl sonra, M. Kemal şu kesin emri verir:
“Hatt-ı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır. O satıh, bütün vatandır. Vatanın, her karış toprağı, vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça, terk olunamaz. Onun için küçük, büyük her cüz-i tâm [bütünün parçası], bulunduğu mevziden atılabilir. Fakat küçük, büyük her cüz-i tâm, ilk durabildiği noktada, tekrar düşmana karşı cephe teşkil edip muharebeye devam eder. Yanındaki cüz-i tâmmın çekilmeye mecbur olduğunu gören cüz-i tâmlar, ona tâbi olamaz. Bulunduğu mevzide nihayete kadar sebât ve mukavemete mecburdur.” (Nutuk, s. 448).
30 Ağustos 1922’de, M. Kemal’in “Nutuk“ta belirttiği gibi “Başkumandan Meydan Muharebesi” verilmiş, Yunanlıların başkomutanı Trikopis esir edilmiş, düşman, Anadolu topraklarından sürülerek denize dökülmüştür. Mecazi anlamda söylemiyorum, gerçekten denize dökülmüştür… Deniz yoluyla kaçabilen kaçmıştır.
İstiklâl mücadelesi başarıya ulaşmış, Sevr Projesi parçalanıp atılmıştır.
30 Ağustos’a tavır alanlar!
Siz Sevr’i mi istiyordunuz?!