Yargıtay Başkanlar Kurulu, kuruluşunun 85. yılında Cumhuriyetin temel niteliklerinin tartışmalara ve yeni tanımlamalara konu edilmesinden ve Yargı erkine yönelik sistemli saldırıların ivme kazanmasından duyduğu kaygıyı kritik uyarılarla açıkladıklarında takvim 2008 Mayıs’ını gösteriyordu.
“Demokratik, lâik ve sosyal hukuk devleti” idealinin, yüceltmeyeceği kişi ve kurum yoktur. Cumhuriyetin temel niteliklerini benimseme, sahiplenme ve koruyup yüceltme işlevinde, Devletin temel organları olarak Yasama, Yürütme ve Yargı, Anayasa gereği, uygar bir işbölümü ve işbirliğiyle yetki ve sorumluluk üstlenmiş, erkler arasında üstünlük sıralaması olmadığı, üstünlüğün sadece Anayasa’da bulunduğu ilkesi getirilmiş, yargının bağımsızlığına özellikle vurgu yapılmıştır. Ne var ki; Bir yıla yakın süreçte ve özellikle son zamanlarda, giderek artan bir biçimde, Yargı erkine yönelik ve hukuk devleti olma ilkesiyle bağdaşmayan sistemli saldırılar, anılan temel ilkeleri zedeler olmuştur. Süreklilik gösteren bu davranışlar, toplumun, çözüm bekleyen sorunlarının ve gerçek gündeminin ötelenmesine, gelişimine harcanması gereken zamanın gereksiz biçimde yitirilmesine neden olur hale dönüşmüştür……….
Avrupa Birliği genişlemeden sorumlu Komiserine “Yargı Reformu Strateji Taslağı” adıyla bir belge tevdi olunmuş, bu konuda Yargıtay’ca yapılan düzeyli ve hukuki uyarıya hiç de icaplı olmayan biçimde karşılık verilmiş, zamanlaması, biçimi ve içeriği itibariyle kabulü mümkün olmayan böylesi bir taslakla, yürütme erkinin nasıl bir yargı erki yaratmak istediği gün ışığına çıkarılmıştır. Yargı erkinin geleceğini şekillendirecek böylesine ciddi bir taahhüdün, yargıda reformu geçmişten bu yana ısrarla savunan, tüm toplumca benimsenir nitelik ve nicelikte öneriler saptayan ve bu önerileri de Avrupa Birliği temsilcilerine kabul ettirerek geçmiş tavsiye kararlarına yansıttıran Yargıtay’a sunulmadan, görüş, düşünce ve deneyimlerinden yararlanmadan diğer Yüksek Mahkemelerin ve yargı erkinin sair üst organ ve kuruluşlarının ve mensuplarının görüş ve önerilerinden de yararlanma gereksinimi duymadan Avrupa Birliği yetkilisine verilmesinin Devlet sorumluluğuyla bağdaşmayacağı, hiçbir gerekçeye de sığınılarak açıklanamayacağı ortadadır……..” deniliyor ve yargı bağımsızlığına vurgu şu cümle ile ifade ediliyordu: “Yüce Ulus adına yargı yetkisini, bu görüş ve sorumlulukla; kullanmayı sürdüreceğimizi, yargı bağımsızlığının takipçisi olacağımızı saygıyla duyururuz.”
1 Eylül 2016 itibariyle, yürütmenin karşısında ayakta duran yargı; bırakınız bağımsızlığını sahiplenmeyi, takipçi olmayı da bıraktıklarının fotoğrafını tüm dünya ile paylaştılar.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin anayasada sayılan nitelikleri içinde en önemlilerinden birisi hukuk devleti olmasıdır. Hukuk devleti yurttaşlara hak ve özgürlükleri tanımanın yanında, bu özgürlüklere güvence sağlar. Güvencenin temeli, kuvvetler ayrılığı prensibidir. Kuvvetlerin hiç birisinin diğerinin üzerinde üstünlüğü olmadığı, ancak yargının diğer iki erk; yasama ve yürütmeden tamamen bağımsız olduğu ilkesi, bugün yürürlükte olan anayasada hala var. Ancak, anayasa dışı fiili uygulamalar alanı her geçen gün biraz daha genişletilmekte ve buna fren olması gerekenler, yürütmenin üstünlüğünü ayakta alkışlamakta.
Türkiye, yargı bağımsızlığı sıralamasında 129 ülke içerisinde 90. sırada ve her geçen yıl gerilemekte. Yargının adaletin dağıtıldığı yer olmaktan çıktığını anlatıyordu bu rakamlar, şimdi siyasetin güdümünde olduğu imajı da eklendi.
Devletin dayandığı temel felsefe Cumhuriyet, ancak zamana yayılarak Cumhuriyet’in, dolayısı ile devletin niteliği dönüştürülmekte. Bir süredir fiilen uygulanan ancak sorgulanan başkancı sistem; sorgulama alanı dışına çıktığını ordu, üniversite ve yargı gibi kurumları üniforma ve cübbeleri ile siyaset zeminlerine taşıyarak fotoğraflarla vermeye başlamıştır. OHAL ile yürütme çıkardığı KHK’ler ile yetki alanını genişletirken, bu kararların kontrol edilebilirlik alanı giderek daraltılmakta. Bunda yaratılan korku iklimi ve muhalefetin sinikliğinin etkisi yok denilebilir mi? Tereddütlü ve/veya temkinli muhalefet yürüten CHP’de cılız direniş sürerken; MHP ise, tamamen muhalefet alanını terk etmiş görüntü vermektedir.
Görüntülerle topluma sürekli akan mesaj şudur: “Siyasetin tek bir merkezi var; külliye!…” Fiili iktidar, muhalefet de dahil herkesi aynı yerde toplayarak, kendisini meşru gösterme çabası içindedir. Hukuk dışı karar ve uygulamalar, hukuk kurumunun siyaset şemsiyesi altına çekilmesi ile sorgu alanı dışına çıkarılmakta, toplumun algısı yönetilerek, tüm kurumlar baskı altında tutulmaktadır.
Özgürlüklerin kullanılabilir olduğu bir ortam ortadan kalkmışsa, yurttaşların yönetime katılım hakkından söz edilemez. Yurttaşın oyu(tercih hakkı), yerini giderek yurttaşın onayına bırakıyorsa demokrasiden söz edilemez. Hatta, onaylamayanların sistemden dışlanacağı artık algı olmaktan çıkmış, muhalefet etmek bedelli hale getirilmiştir.
Yargıçlar, yasada belirtilen haklarına sahip çıkma özgürlüğünü terk ederek, siyasetin merkezileştirildiği yerde toplaştıklarında, yurttaşların giderek yok edilen hak ve özgürlüklerini kim koruyacaktır? Yargı, siyasetin olduğu yerlere uğramaz; bağımsızlığına ilişkin kuşku oluşmuşsa, siyasallaşmış demektir. Topluma, iktidarı devlet, muhalefeti de siyaset olarak algılatan çarpıklıktan çıkılmalıdır. Bugünün muhalefeti yarının iktidarıdır, bugünün iktidarı da yarının muhalefetidir. Nerede? Demokrasinin işlediği ülkelerde!…
Yargıçlar kararlarında özgür olabilsinler diye, anayasa yargıç güvencesi getirmiştir. Anayasamızın 138’inci maddesinin ikinci fıkrası der ki; “….hiçbir organ, makam, merci ve kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hâkimlere emir ve talimat veremez; genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde bulunamaz….”. Baskının ille sözle yapılması gerekmez. Yargıçlar, siyaset alanının dışında durmaya, siyaset de yargı alanına mesafesini korumaya özen göstermelidir.
Hiç kimsenin çıkıp, daha önceki teamüllerin niçin değiştirildiği sorusunu soramadığı, zamana göre mekan, mekana göre erkan değişikliğinin olağan kabul edildiği bu tuhaf iklimde, kimileri yerini korumaya çalışır, kimilerimiz de izlerken; hepimizin özgürlük alanını, dolayısı ile demokrasi ve hukuk devleti adına biriktirdiklerimizi hep birlikte boşaltıyoruz. Türkiye’de rejim her geçen gün başkalaşıyor, hukuk devleti olmaktan uzaklaşıyoruz.
Gücün tek merkezde toplaşması, Türkiye’nin güçlenmesi mi, yoksa güç kaybı mı?
Bunu fazla uzun olmayan bir zaman diliminde anlayacağız. Çünkü, Türkiye’de yalnız iç siyaset tarzı değil, dış siyaset de hızlı bir dönüşüm içinde. Ortadoğu kıskacı her geçen gün biraz daha daralıyor. İyi dileklere asılarak her şeyin düzeleceği eşiği çoktan geçtik. Akılcı, dış güçlerin tüm hamlelerini önceden öngörebilen ve ülkemizin çıkarlarını koruyabilecek güçlü bir senaryo ve karşı atak ekibine gereksinim var. Oysa biz her geçen gün, konum ve işlevi farklılaştırılan köklü bir kurumun daha, eski gücünü yitirişine tanıklık ediyoruz.
Kendi içinde güçlü olamayan dışa karşı güçlü olabilir mi?