1950’li yıllarda hukuk fakültelerinde “kadın profesör, kadın doçent, öğretim üyesi hemen hemen yok” gibiydi. O yıllarda hukuk fakültesine girdi. Avukat diplomasını aldı. Sonra akademisyenliği seçti. Hukuk profesörü oldu. Üniversite Öğretim Üyeleri Derneği kurucuları arasında yer aldı. Türk Hukukçu Kadınlar Derneği Başkanlığı’nı da yaptı. Şu anda Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Başkanlığı’nı, çeşit çeşit saldırı, suçlama, karalama baskısı altında, yürütüyor. Prof. Dr. Aysel Çelikel’in bütün yaşamını anlatan bir kitap çıktı. Berat Günçıkan’ın yazdığı “Aysel Çelikel Kitabı“nın adını “Adalet yoksa gelecek de yok” koymuşlar.
Akıcı üslup.
Güzel anlatım.
Ülkemize “hukukun üstünlüğü” tam gelecekken nasıl kaçıp gitti ve “1960 Anayasası bize bol geliyor” diye diye bugün “güçleri tek elde toplayan başkanlık anayasası yapmaya” nasıl gelindiği çok dikkat çekici, çoğu unutulmuş örnekler, hatıralar, olaylarla anlatılıyor. Aysel Çelikel, ülkemizde hukuk eğitiminin ilk yarayı nasıl aldığını anlatırken şu çarpıcı örneği veriyor: O yıllarda devlet okulu İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde sınavda öğrencinin kopya çekmesine kesinlikle göz yummayan aynı gözetmene özel okulda “ne yaparsan yap kopya çekiliyor, üstüne gitme“ tembihi yapılıyordu. (Sayfa 134)
* * *
Bu kitabı okuyordum.
Son sayfalara gelmiştim.
Tesadüf.
İstanbul Baro Başkanı Doç. Dr. Ümit Kocasakal telefonla aradı. Avukatlara haksızlık yaptığımı, kendilerine bir “özür borçlu olduğumu” çok nazik cümlelerle anlattı. 30 ocak tarihinde bu köşede yazdığım “Konuş Hocam…” başlıklı yazıda; “Türkiye’nin hukuk fakülteleri gerçek savcılar ve yargıçlar mı mezun ediyor yoksa emri kim veriyorsa onların istediği doğrultuda iddianame yazan savcı görüntülü avukatlar mı yetiştiriyor?” cümlesi yer almıştı. Yazıda sadece bir cümle olarak yer alan bu anlatım üzerine avukat okurlarım da “Seni ve diğer gazeteci arkadaşlarını da mahkemeye düştüğünde avukatlar savunuyor, savunma hakkı kutsaldır” diyen eleştiri mektupları aldım.
Sayısı 150’yi geçti.
Yayınlamak isterdim. Ancak hepsinin ismini ve yazdıklarını bu köşeye sığdıramam.
* * *
Bir örnek seçtim.
Diğerlerinin de özeti.
“Necati Bey, yargımızdaki çöküntüyü anlatan yazınız üzerine düşüncelerimi aktarmak istedim: Avukat- hakim-savcı ayırımı hakkındaki görüşlerinize katılıyorum. Ancak, genelleme yaparak ölçüyü biraz kaçırdığınız kanaatindeyim. Şöyle ki; ben, meslektaşlarımın, kartvizitlerinde ve dışarıdaki tabelalarında “terazi resmi kullanmalarını“ hep eleştirerek, “biz adalet dağıtmıyoruz, biz bir tarafın hakkını savunuyoruz” derdim. Yani sizin gibi düşünen avukatlar da var. Bir örnek vereyim. Sinan Çetin’in, 28 vukuatı bulunan oğlunun avukatı, “polis kemer taksaydı ölmezdi” diye savunma yapıyor. Bu da avukat, saygın hukukçu Turgut Kazan da avukat. Aynı kefeye mi koyalım. Saygılar. Av. Sait Aktürk“
* * *
Konuş Hocam!
Başlıklı yazımda avukatları hedef alan, karalayan bir amaç yoktu. Can Dündar ve Erdem Gül iddianamesinde son örneği görülen ve sağlam kanıtlara dayanmayan iddianameleri yazabilen savcıları ve bu iddianamelere dayanarak yüzlerce insana “ölünceye kadar hapis yatma hükmü veren yargıçları” yetiştiren hukuk öğrenimini ve ülkemiz hukuk zihniyetinin derinlerine sinmiş “emir alır, ona uyarım hukukçuluğunun” sorgulanmasını istemiştim. Avukatlar bu yazıdan özür istedi. Özür dileyeyim.
Fakat tekrar yazıyorum:
Savcıya hukuk okutan!
Adalet diploması veren!
Sayın hocalar, konuşun!
Ders verdiğiniz kürsüler:
“Hukuk fakültesi” midir?
“Avukatlık fakültesi” midir?
Sayın profesör hocalar!
Bu savcıları siz mi okuttunuz?
Neler okuttunuz, öğrettiniz?
Lütfen konuşun!
Adalet yoksa.
Gelecek de yok!