Değerli Foça’lılar, sevgili Deneme Liseli dostlarım, Cumhuriyetimizin kuruluşunun 93. yılında, bu anlamlı günde sizlerle birlikte olmayı ayrıcalık olarak düşünüyorum, hepiniz hoş geldiniz. Bu etkinliğin hazırlanmasına katkı veren Foça Belediyesi ve benim de mezunu olduğum Ankara Bahçelievler Deneme Lisesi’nin Mezunlar Derneği’ne teşekkürlerimi sunarak sözlerime başlamak istiyorum.
Konumuz; Atatürk, Cumhuriyet ve Eğitim. Eşsiz önderimiz büyük Atatürk için fazla bir söze gerek yok. 1978 yılında UNESCO, üye 156 ülkenin oybirliği ile 1981 yılını bütün dünyada, “Atatürk Yılı” ilan ederken, kararın gerekçesinde Atatürk’ü şöyle tanımlıyordu: “Uluslararası anlayış ve barış yolunda çaba harcamış üstün bir kişi, olağanüstü bir devrimci, sömürgecilik ve emperyalizme karşı savaşan ilk önder, insan haklarına saygılı, dünya barışının öncüsü, insanlar arasında renk, din, ırk ayrımı gözetmeyen, eşsiz devlet adamı, Türkiye Cumhuriyeti‘nin kurucusu..”
Bu sözlere eklenecek bir şey yoktur. Bütün insanlığı gururlandıran böyle bir lidere sahip olduğumuz için biz Türkler gerçekten çok şanslıyız. Ancak bu şansımızı iyi kullandığımız da söylenemez.
Mustafa Kemal, 19 Mayıs 1919 tarihinde bir ulusun kaderini ve tarihin akışını değiştiren savaşımı başlattığında, 38 yaşındaydı. 29 Ekim 1923 tarihinde çürümüş ve çökmüş bir imparatorluğun sömürgeye dönüşmüş topraklarında emperyalistlere karşı bağımsızlık savaşını kazanarak, tam bağımsız, çağdaş bir cumhuriyet kurduğunda, 42 yaşındaydı. Hiç kimsenin hayal bile edemediği devrimleri yaparken, 50’li yaşlardaydı. Yaptıklarının hepsini ulusu için ve 15 yıl gibi kısa bir sürede gerçekleştirdi. 57 yaşında yaşama veda ederken, mutluydu; çünkü başarmıştı.
Yapılan Kemalist devrimlerle, ülkenin aydınlanması, kalkınması, gelişmesi ve çağdaş uygarlık seviyesinin üzerine çıkartılması amaçlanmıştı. 1923 ile 1938 yılları arasında gerçekleştirilenler, Kemalist Devrim’in büyük başarılarla oluşturduğu yapılanmanın eseridir. 1923 yılında kurulan genç Türkiye Devleti, halkın büyük çoğunluğu fakir ve eğitimsiz, sanayi kuruluşları yok denecek kadar az ve sermaye birikiminden yoksun, geri kalmış bir ülke konumundaydı. Üstelik iktisadi açıdan Osmanlı Devletinden devraldığı “Düyun-u Umumiye” borçlarını da ödemek zorundaydı.
Cumhuriyet yönetiminin devraldığı durum hiç de iç açıcı değildi. 1923 yılında yaklaşık 13 milyon olan nüfusun %80’i köyde yaşıyordu. 40 bin köyün %95’inde okul yoktu. İki milyon kişi sıtma, bir milyon kişi frengiydi, verem, tifo, tifüs, çiçek, kolera salgını vardı, üç milyon kişi trahomluydu. Beş bin köyde sığır vebası vardı. Hastalıktan hayvanlar kırılıyor, insanlar ölüyordu. Her doğan iki bebekten biri ölüyordu. Ülkede sadece 550 doktor, 60 eczacı vardı, diş hekimi yoktu. 4 hemşireye karşılık sadece 140 ebe vardı.
Ortalama ömür 40 yaş civarındaydı. Yaklaşık 120 bin yanmış ve hasarlı bina vardı. Ülkeyi yeniden inşa etmek gerekiyordu ancak çimento, kiremit ve cam bile yurt dışından getiriliyordu. Limanlar, madenler, demiryolları, telefon yabancılara aitti.
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e miras olarak Bakırköy Bez, Beykoz Deri, Feshane Yün ve Hereke İpek fabrikaları kalmıştı. Elektrik sadece İstanbul, İzmir ve Tarsus’ta vardı. Sadece dört şehirde özel otomobil vardı ve sayısı 1.490’dı. Telefon sadece İstanbul ve İzmir’de vardı ve sayısı 2000 idi.
Kadın, insan sayılmazdı. Tiyatro, opera, bale, müzik, resim, heykel ve spor yoktu. Arkeolojik eserler padişahın izniyle açık açık çalınarak, yurt dışında sergileniyordu. Okuma yazma oranı erkeklerde %6, kadınlarda ise binde beşti. Okul yaşı gelen her dört çocuktan üçü okula gitmiyordu. Toplam 4894 ilkokul, sadece 72 ortaokul ve 85 lise vardı. Kızların okula gitme oranı çok düşüktü, lisede okuyan 7.500 erkek öğrenciye karşılık sadece 230 kız öğrenci vardı. Öğretmenlerin üçte birinin, öğretmenlik eğitimi yoktu. Üniversite denebilecek sadece darülfünun vardı ve medreseden çok farklı değildi. Darülfünun’da 2.700 erkek öğrenciye karşılık 200 kız öğrenci okuyordu. Ülkede bilim yoktu, İbrahim Müteferrika’dan itibaren 150 yıl boyunca basılan kitap sayısı sadece 417 idi. Bu topraklara kitap gelene kadar, Avrupa’da 3 milyona yakın farklı kitap basılmış ve satılmıştı. Bugün Osmanlı ile övünenlerin bütün bu gerçeklerden haberi olduğunu sanmıyorum.
İşte böyle bir tabloya karşın Cumhuriyet yönetimi büyük başarılara imza atmıştır. Atatürk’ün fiilen ekonomiyi yönlendirdiği dönemde gerçekleştirdiği somut ekonomik girişimler, on beş yıl gibi kısa bir zamanda çok büyük bir kalkınma hamlesine girişildiğini göstermeye yeterlidir. Bu girişimleri şöyle sıralayabiliriz: Türkiye İş Bankası açılmış ve böylece ulusal bankacılığın ilk adımı atılmıştır. Başta Eskişehir, Uşak, Alpullu, Turhal olmak üzere birçok yerde şeker fabrikaları kurulmuştur. Kayseri’de uçak fabrikası kurulmuştur. Bünyan Dokuma Fabrikası açılmıştır. Ereğli ve Nazilli Bez Fabrikası ile Konya, Malatya, Kayseri İplik ve Bez Fabrikası açılmıştır. Gemlik Suni İpek Fabrikası, Bursa Merinos Fabrikası, İzmit Kağıt Fabrikası gibi pek çok kurum ve kuruluş oluşturulmuştur. Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası kurulmuştur.
1930 yılında Sanayi Kongresi, 1931 yılında Ziraat Kongresi toplanmıştır. Birinci ve İkinci Kalkınma Planları oluşturulmuştur. Dünyadaki ilk demokratik kalkınma planları; 1931 yılında Türkiye’de uygulamaya konulan ekonomik reform hareketleridir. Bu kalkınma planları eldeki kıt kaynaklarla halkın ihtiyaçlarının en iyi biçimde karşılanmasına yönelik hazırlanmıştır ve temel amacı, hammaddesi Türkiye’de olmasına karşın dışardan ithal edilmek zorunda kalınan ürünlerin ülkemizde üretilmesini sağlamaktı.
1933 yılında Sümerbank kurularak, devletin iktisadi hayata girişi gerçekleşmiş ve doğrudan doğruya devlet işletmeciliği başlamıştır. Ardından büyük kısmı yabancıların elinde bulunan demiryolları, Tramvay ve Tünel Şirketi, Zonguldak Kömür Şirketi, Ergani Bakır İşletmesi, Keçiborlu Kükürt İşletmesi, İzmir Telefon Şirketi millileştirilmiş ve kamulaştırılmıştır. 1935 yılında yeraltı kaynaklarının araştırılması için Maden Tetkik Arama Enstitüsü, elektrik ve enerji kaynaklarının değerlendirilmesi için Elektrik İşleri Etüd İdaresi ile madencilik işletmelerini kurmak ve işletmek amacıyla da Etibank kurulmuştur.
Birinci Kalkınma Planı döneminde toprak reformu yapılarak, tarıma teşvik sağlanmış ayrıca hammaddesi yurtiçinde bulunan malları işleyecek sanayi kuruluşları ile devletçe finanse edilmesi mümkün olan kuruluşların kurulmasına öncelik verilmiştir. Planlı ekonomi uygulamaları sonucunda başarılı sonuçlar alınmış ve hedeflere ulaşılmıştır. Ancak İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte kalkınma planlarına geçici süre ara verilmiş ve devlet, savaş ekonomisine uygun bazı tedbirler almıştır.
Atatürk zamanında yapılan tüm bu işler kolay başarılmamıştı elbette. Planlanan hedeflere ulaşmak için; sınırsız yurt sevgisi, inanç ve özveriden başka, bilinçli, kararlı, örgütlü ve devrimci bir tavır sergilenmişti.
Bu tavırlar sonuçlarını kısa sürede göstermiştir. 1922-1925 yılları arasında fiyatlarda artış oranı yılda %3, 1925-1927 yılları arasında ise %1 olmuştur. Bazı fiyatlarda ucuzlama görülmüştür. Türk parası yabancı paralar karşısında değer yitirmemiş, aksine bazılarına karşı değer kazanmıştır. 1923 yılında kişi başına düşen ulusal gelir sadece 45 dolar iken, 1940’lı yılların ilk yarısında 400 dolara yaklaşmıştır.
1923-1938 yılları arasındaki 11 yıl, gelir ve giderin eşit olduğu denk bütçe; 3 yıl, gelirin giderden çok olduğu bütçe fazlası gerçekleştirilmiştir. Yalnızca, Cumhuriyet’in ilk bütçesi olan 1924 yılı bütçesi, %8’lik bir açık vermiştir. 1924 yılı hariç, 1923 ile 1946 yılları arasında dış satım hep dış alımdan fazla olmuştur.
1929-1939 yılları arasında bütün dünyada sanayi üretimi %19 artarken, genç Türkiye Cumhuriyeti’nde %96 artmıştır. Dünyada ortalama kalkınma hızı %4-5 seviyesindeyken, Türkiye’de %10 olmuştur. Tarım üretimi 1923-1930 yılları arasında %10, 1930-1940 yılları arasında %5 artmıştır.
1923 yılında 140 olan fabrika ve imalathane sayısı 1933 yılında 2 bin 500’e ulaşmıştır. 1923 yılında 600.000 ton olan taşkömürü üretimi, 1940 yılında 3.000.000 ton olmuştur. 1923 yılında üretimi olmayan çimento, 1940 yılında 270.000 ton üretilmiştir. 1923 yılında kağıt üretimi yoktur, 1940 yılında 10.000 ton üretilmiştir. 1923 yılında demir çelik üretimi yoktur, 1940 yılında 40.000 ton üretilmiştir. 1923 yılında şeker üretimi yoktur ama 1940 yılında 90.000 ton şeker üretilmiştir. 1923 yılında 50 milyon kwh olan elektrik enerjisi üretimi, 1940 yılında 400 milyon kwh olmuştur. 1923 yılında 3.700 km olan toplam demiryolu uzunluğu, 1940 yılında 7.500 km olmuştur. 1923 yılında 2.500 km olan toplam karayolu uzunluğu, 1940 yılında 21.000 km olmuştur.
1923 yılında ortalama %5 olan okuma yazma oranı, 1940 yılında %25 olmuştur. 1920’li yılların başında ortaçağ karanlığında yaşayan bir toplum, bugün 21. yüzyılın aydınlığına diğer İslam ülkelerinin hepsinden çok daha fazla ulaşmıştır.
Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde on beş yıl gibi kısa sürede yaratılan gurur verici tablonun ardında, cumhuriyetçilik, ulusalcılık, devletçilik, halkçılık, laiklik, devrimcilik ilkeleri bulunmaktaydı. Atatürk’ün tam bağımsızlık, emperyalizm karşıtlığı ve “yurtta barış, dünyada barış” ilkeleriyle bütünleşen kararlı yönetimi sayesinde gelişen Türkiye Cumhuriyeti, ne yazık ki O’nun ölümünden sonra bu gelişmeyi sürdürememiştir.
Yıllardır Türkiye’yi yöneten siyasi iktidarlar, Atatürk’ün ölümünden sonra özellikle çok partili düzenle birlikte Kemalizm’in ilkelerinden ödün vermiştir. Bu süreçle birlikte emperyalist güçlerin yeniden ülkemizi kuşatması, aydınlanmanın şeriatın karanlığı tarafından bastırılması, ülkeyi içinden çıkılması güç koşullara getirmiştir. Yıllardan beri dinci örgütlenmelere ortam hazırlanmış, bugün laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devletini terk etmek konumuna gelinmiştir. Ne yazık ki gaflet, dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunan yöneticiler, emperyalist güçlerin desteğiyle Türkiye Cumhuriyeti’nin parçalanmasına, bitirilmesine ve paylaşılmasına aracılık etmektedir. Yıllardır siyasi iktidarlar, ABD ve AB emperyalizmine kucak açmış, AB’ye üye olmak adına tam bağımsızlığımızı ve onurumuzu feda etmek istemektedirler.
Bugün ülkemizin ulusal kuruluşları “babalar gibi” satılmaktadır. Yeraltı ve yer üstü zenginliklerimiz emperyalist güçlere pazarlanmaktadır. Tarım ve hayvancılığımız bitirilmiş, sanayimiz çökertilmiş, yolsuzluk, yoksulluk ve talan en üst seviyeye ulaşmıştır. Günümüz Türkiye’sinde 8 milyon kişi asgari ücretle çalışmakta, 11 milyon kişi işsizlikle boğuşmaktadır. Çalışanların %70’i yoksulluk sınırının altında ücret almaktadır. Memurun, işçinin, emeklinin, esnafın, çiftçinin düşürüldüğü acıklı durum herkes tarafından görülmektedir. Yıllardır terör ülkemizi vurmaktadır. Terör örgütüyle pazarlık aşamasında ve ne olduğu hala tam olarak anlaşılamayan 15 Temmuz’un gölgesinde yeni anayasa yapılmak istenmektedir. Günümüz Türkiye’sinin getirildiği konum içler acısıdır. Genel durum ve görünüm şimdilik parlak değildir.
Dünya Ekonomik Forumu’nun raporlarına göre Türkiye, 134 ülke arasında ekonomik açıdan incelemede genel sıralamada 125. sıradadır. Siyasi iktidarın dünyanın 17. büyük ekonomisi dediği Türkiye’nin gerçekleri yoksulluktur, açlıktır, işsizliktir. Gemiciği ve villacığı olanlara teğet geçen ekonomik kriz, halkımızı delip geçmektedir. Dünya Ekonomik Forumu Küresel Cinsiyet Eşitsizliği Raporuna göre, kadın-erkek eşitliğinde Türkiye 135 ülke arasında 121. sıradadır. Türkiye basın özgürlüğünde 138 ülke arasında 135. sırada, yargı bağımsızlığında ise 82. sırada yer almaktadır.
Bugün geldiğimiz ortamı eşsiz önderimiz Mustafa Kemal Atatürk 20 Ekim 1927 tarihinde, cumhuriyeti Türk Gençliğine emanet ederken anlatmıştı: “Bütün bu durumlardan daha acı ve daha korkunç olmak üzere, yurdun içinde yönetim başında bulunanlar, aymazlık, sapkınlık ve üstelik hainlik içinde bulunabilirler. Dahası, yönetim başında bulunan böyleleri, kişisel çıkarlarını, yurduna girip yayılmış olan dış düşmanların siyasal amaçlarıyla birleştirebilirler.”
300 yıldır dünyayı sömüren ve yöneten emperyalizmi, ilk kez yenerek kurulan ülkemizde, Atatürk’ün ölümünden sonra, yabancı devletlerle ikili anlaşmalar yapılmaya başlanmıştır. 1 Nisan 1939 tarihinde ABD ile yapılan anlaşma, ülkemizin yabancı bir devlete ekonomik imtiyaz tanıdığı ilk ikili anlaşmaydı. Bu anlaşma ile Türkiye, ABD’ye bazı konularda özel ayrıcalıklar tanımıştı. 12 Mayıs 1939 tarihinde İngiltere ile, 23 Haziran 1939 tarihinde Fransa ile iki ayrı deklarasyon yapılmış ve bunlar 19 Ekim 1939 tarihinde “Üçlü İttifak Antlaşması” haline getirilmiştir. Bu anlaşmalarla başlayan yanlış siyaset, bugünlere gelmemize neden olmuştur.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra çok partili hayata erken geçilmesi de, demokrasimizin gelişmesine engel olmuştur. Çok partili hayata geçildikten sonra, ABD tarafından yürütülecek yardım programlarının koşullarını ve hangi projelerin uygulanacağının saptanması açısından çeşitli raporlar hazırlanmıştır.
Ülkemiz, yapılan ikili anlaşmalarla tam bağımsızlıktan ödün vererek, Truman Doktrini, Marshall Planı, Dorr, Hilts, Barker ve Thornburg raporu gibi bir çeşit kapitülasyon benzeri anlaşmalarla bugünlere gelmiştir. Hazırlanan bu raporlar, Türkiye ekonomisi üzerindeki ABD baskısının ve Türkiye’nin kalkınmasında ABD görüşlerinin egemenliğinin tipik ve temel belgelerini oluşturmuştur. Yapılan bu anlaşmalar sonucunda ülkemiz eğitimden sağlığa, ulaşımdan enerjiye, ekonomiden sanayiye, tarımdan iç ve dış siyasete kadar tüm konularda, emperyalist devletlerin politikalarına uygun olarak şekillenmiştir.
Bunların yanında Köy Enstitüleri’nin ve Halkevleri’nin kapatılması, demokrasiyi özümsemeyen, önemsemeyen, demokrasi dışı tutum ve davranışlarda bulunan iktidarların ülke yönetiminde olması, ülkemizin Ankara’dan değil, ABD ve AB’den yönetilmek istenmesi gibi kısaca özetleyeceğimiz ve daha saymadığımız pek çok etken bugünkü sıkıntılı, bunalımlı siyasetimizin doğmasına neden olmuştur. Bugün ülke olarak yaşadığımız tüm sıkıntıların ardında, yıllardır uygulanan emperyalizmin isteği doğrultusundaki bu yanlış politikalar bulunmaktadır.
Ülkemizde eğitim alanındaki devrim karşıtı ilk hareket 27 Aralık 1947 tarihinde imzalanan Fulbright Anlaşması olarak anılan ‘Türkiye ve ABD Hükümetleri Arasında Eğitim Komisyonu Kurulması hakkındaki Anlaşma’ ile başlamıştır. Fulbright Anlaşması, Türk Milli Eğitim sistemini altüst eden, Türkiye’yi parçalayacak alt yapıyı oluşturan ve Atatürk’ün Türk Milliyetçiliği fikir sistemini yok etmeyi planlayan bir anlaşmadır. ABD, Fulbright bürosu, Fulbright komisyonu, Fulbright bursu, Fulbright kredisi gibi çok sayıda isimlerle, sadece Türkiye’de değil, hemen bütün ekonomik ve siyasal işgali altındaki ülkelerde çalışmalarını sürdürmektedir. Bu anlaşmaya göre 4 Türk ve 4 ABD temsilcisinden oluşan Eğitim Komisyonu kurulmuştur. ABD Ankara Büyükelçisi ise bu komisyonun fahri başkanı olmuştur. Oyların eşitliği halinde fahri başkanın kararı belirleyici oluyordu. Bu anlaşmanın tarihinin Köy Enstitülerinin kaldırılması ile aynı zamana denk gelmesi de düşündürücüdür.
Fullbright Anlaşması’nın en önemli özelliği; Türkiye’de kazanılacak Amerikan yanlısı kadroların eğitilme biçiminin saptanması ve bu iş için gerekli giderleri karşılama yöntemlerinin belirlenmesidir. Belirlemeler aynı zamanda, ABD’nin Türkiye’ye göndereceği uzman, araştırmacı, öğretim elemanı adı altındaki personel için de yapılmaktadır. ABD’ye, Türkiye’de “yardım” edip “işbirliği” yapacak, geleceğin “Türk” yöneticilerini yetiştirmek üzere, ABD’ye götürülecek Türk öğrenci, öğretim elemanı ve kamu görevlilerinin konumları da bu anlaşmayla belirlenmektedir.
Bu anlaşmanın içeriğinde, Milli Eğitim Bakanlığı’nda bugün çalışmalarını etkin bir biçimde sürdüren, personel politikalarından, ders programlarına kadar pek çok konuda stratejik kararlar önerebilen, “Milli Eğitimi Geliştirme” adlı bir komisyon vardır. 1994 yılında 60 personeli olan bu komisyonda çalışanların üçte ikisi ABD vatandaşıydı.
Bu arada yine ABD yardım çerçevesi içinde, ellerinde kalan süt tozlarını ülkemizin okullarına göndererek, kültür emperyalizminin yanında, gıda emperyalizmi de saldırıya geçirtilmiştir. İlkokul yıllarımızda beslenme saatinde öğrencilere Amerikan kaynaklı süt tozundan yapılma süt görünümlü ya da ayran görünümlü beyaz bir sıvı dağıtılırdı. Hatta bazı okullarda Türk-Amerikan dostluğunun simgelerini taşıyan un ve yağdan yapılan unlu besinler de dağıtılırdı. Büyük olasılıkla üretim fazlası olan, son kullanma tarihi de geçmiş un ve yağların tiksinti veren kokusu ve tadıyla, öğrencilerimiz gıda emperyalizmine feda edilmekteydi. Dostumuz ABD, sömüreceği ülkelere bir yandan bedava besinle gönülleri kazanırken, diğer yandan da gereksinim fazlası ürünlerini sokuşturmuş oluyordu. Yetinmeyip besin yoluyla ülkenin insanlarını denetim altına almakta ve kötü beslenmelerini sağlayarak zihinsel gelişimlerini de sınırlamış olmaktaydı.
Konunun bu bölümünde İzmir doğumlu Doç. Dr. Osman Nuri Koçtürk’ü (1918-1994) anmadan geçmemeliyiz. Kendisinin şu sözü belleklerimize kazınmalıdır: “Günümüzde bir toplumu uysallaştırmak, yönetmek, entelektüel kapasitesini azaltmak, az düşünen bireylerden oluşan bir toplum yaratmak için top ve tüfek gerekli değildir; bunu beslenme politikalarını ele geçirerek barış içinde ve minnet duyguları ile başarabilirsiniz. Amerikan emperyalizminin yaptığı budur.”
Köy Enstitülerinin kapatılması ile aydınlanmanın önüne bir set çekilerek, Fullbright Anlaşması’ndan sonra komisyon tavsiyesi ile 1 Şubat 1949 tarihinde ilkokullarda seçmeli din derslerinin okutulması, 4 Haziran 1949 tarihinde de Ankara’da ilk ilahiyat fakültesinin açılması kararları alınmıştır. Fullbright Anlaşması ile cumhuriyetin eğitim programları üzerinde değişiklikler yapılmış, Atatürk döneminde, Türk Tarih Kurumu tarafından yazılmış kitapların hepsi öğretim programından kaldırılarak, yerine kendi istedikleri şekilde yazılmış tarih kitapları konulmuştur. Böylece çocuklarımız kendi gerçek tarihlerini bilmeden yetiştirilmeye başlanmıştır. Eğitim sistemimiz, sınav odaklı test sistemi haline getirilmiştir. Bunların yanında emperyalizmin yeşil kuşak projesi adına, eğitimde dinselleştirme ağırlık kazanmıştır.
Yalnızca Milli Eğitimde değil, diğer bazı bakanlıklara da, 1949 yılından başlayarak ABD’li uzmanlar yerleştirilmiş ve Türkiye, ABD’nin yarı sömürgesi durumuna düşürülmüştür. Eğer Fulbright olayını iyi kavrarsak, tarihimizin neden bizlere yanlış öğretildiğini ve gerçek Atatürk’ün neden anlatılmadığını kolaylıkla anlarız. En ilginç olan ise, 1949 yılından bu yana gelen hiçbir hükümetin, bu anlaşmayı yürürlükten kaldırmaya çalışmamasıdır.
Hizmet Ticareti Genel Anlaşması adı verilen GATS Anlaşması (The General Agreement on Trade in Services), 1995 yılında Türk milletinden gizlenerek, Tansu Çiller tarafından imzalanmış ve ülkelerdeki hizmetlerin özel sektöre devrini öngören uluslararası bir anlaşmadır. GATS Anlaşması’na göre savunma, güvenlik, sağlık, eğitim gibi hizmetler kamu hizmeti olmaktan çıkarılarak, özelleştirilecektir. Yani kamu hizmetleri parayla alınıp satılan meta haline getirilecektir. Buradaki amacı kısaca şu şekilde özetleyebiliriz; ulus devleti var eden hizmetler, emperyalist piyasaya devredilerek, ulus devletlerin altı oyulacaktır.
Bu süreçte Dünya Bankası tarafından ülkelere uzmanlar gönderilerek, eleman yetiştirilmesi, ABD’de burslar ve kurslar verilmesi planlanmıştır. 1995 yılında Dünya Bankası’nın aracılığıyla SPAN adlı Amerikan Eğitim Danışmanlık Şirketi, YÖK Dünya Bankası Dairesinde on yıl çalışarak, zihin çökertme tuzaklarıyla dolu yeni ders kitaplarını hazırladı ve öğrenciye parasız dağıtıldı. Bu süreçte eğitim sistemimizin sosyal öğretim programından, liberal öğretim programına geçirilmesi sağlandı.
Eğitimin özelleştirilmesi süreci işlerken, sıra savunma ve güvenlik hizmetlerinin ulus devletin elinden alınma aşamasına geldi. Savunma ve güvenlik alanlarında GATS Anlaşması’nın gereğinin yapılabilmesi için 15 Temmuz 2016 tarihinin önemi daha iyi anlaşılmaktadır. Bu süreçte ilan edilen Olağanüstü Hal ile çıkarılan 669 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameyi iyi anlamak gerekir. Yine KHK ile öğretmen yetiştirme programı merkezi İstanbul’da bulunan Maarif Vakfı’na devredildi.
2006 yılında kamuoyundan gizli şekilde, basında hiç tartışılmadan, kapalı oturumda geçirilen 5544 sayılı yasayla kurulan Mesleki Yeterlilik Kurumu (MYK), Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na bağlı Sosyal Güvenlik Kurumu’nun içindedir. Anaokulundan üniversiteye kadar tüm örgün ve yaygın eğitim kurumlarımızı küresel piyasanın istediği biçimde yeniden şekillendirmekle görevli bir kadro burada bulunmaktadır. MEB’in amaçlarını bu yönde değiştiren kurum burasıdır. MEB o nedenle artık şirket mantığıyla yönetilmekte, hangi dairelerin açılacağı, başına hangi işletmecilerin getirileceği de MYK’de belirlenmektedir.
Müfredatları 3 aylık sertifikalı paralı kurslara çevirmekle görevli 10 yabancı uyruklu (ABD) uzmanın çalıştığı MYK, kamucu eğitimimizi piyasaya devretmeyi iyi beceren, bunun yasalarını ve kararnamelerini hazırlayan, YÖK’ten ve Milli Eğitim Bakanlığı’ndan daha yukarıda, tek yetkili bir çeşit sömürgeci piyasa üst kuruludur. Eğitime indirilen bu darbe yasası, 2006 yılında, TBMM’deki üç partinin katılımıyla kapalı oturumda geçirilmiş, Anayasaya aykırılığı ortadayken, Anayasa Mahkemesi’ne götürülmemiş ve zamanın cumhurbaşkanı tarafından da onaylanmıştır.
MYK, “yaşam boyu öğrenme” adı altında paralı çıraklık kursları ve paralı sınırsız sınav getirmekle işe başlamıştır. Zamanla fen liseleri, meslek liseleri ve tüm öğretmen yetiştiren fakülteler kapatılacaktır. Fakülte binaları kâr amaçlı işletmelere, okur-yazar olanların her yaşta ve her kılıkla gideceği “yaşam boyu öğrenme” adıyla piyasadan alınan çıraklık kurslarının benzerine dönüşecektir. Odalar ve barolar da MEB ile ortaklaşa, yeni meslekler için kolları sıvamış, “Arabuluculuk – Arabulucu Hukukçu” gibi paralı sertifikalı kurslar açma toplantıları başlatmıştır. Bu örgütlerin yöneticilerinin bu yolla kendilerine gelir kapısı bulacaklarından, bu yapılacaklara sessiz kalarak, onay vermeleri muhtemeldir. MYK yasası, Dünya Ticaret Örgütüyle birlikte hazırlanmış piyasacı eğitim darbesidir, bir karşı devrimdir. Adına “Yaşam Boyu Öğrenme” denen olay, paralı kurslar tuzağından başka bir şey değildir.
Milli Eğitim Bakanlığı’nda, Sağlık Bakanlığı’nda ve YÖK içerisinde bütün yaşananlar ve aklınızın almakta zorlandığı bütün işler buradan kotarılmaktadır. Yasada şöyle yazılmıştır: Bu kanun kapsamında olan “eğitim ve öğretim kurumları” denilince, bütün örgün ve yaygın eğitim kurumları anlaşılmalıdır. Anaokulundan üniversiteye kadar ilk, orta ve yüksek okulların tümünde, bilgi, beceri, tavır ve tutumların neler olduğunu belirleme yetkisi bu kuruma aittir. Yasadaki maddeler iyice incelendiğinde Milli Eğitim Bakanlığı ve YÖK tarafından verilen bütün diplomalar artık geçersiz kılınacak, bakanlık binaları, diplomalar, fakülteler ve eğitim kurumları piyasaya devredilecektir.
2004 yılı Kasım ayı Tebliğler Dergisi’nde yayınlanan bildiriye göre ilköğretimden Resim, Müzik, Beden Eğitimi, Din Kültürü, Bilgisayar ve İngilizce dersleri, seçmeli ders statüsüne konulacaktır. Bu dersler piyasada paralı kurslara çevrilecek, fiilen kaldırılacaktır. Üstelik Din Kültürü dersinin camilerde imamlar tarafından verilmesi de gündemdedir.
Milli eğitimde 4+4+4 olarak değiştirilen sistem, şimdi 1+5+3+3 olarak yenilenmek istenmektedir. Beşinci sınıfların dil ağırlıklı sınıf olacağı, tam gün eğitime geçileceği gibi konular bizzat bakanlık tarafından açıklanarak tartışılmaktadır. İlkokullara konulan Arapça dersinden sonra beşinci sınıfların yabancı dil hazırlık sınıfı olarak planlanması da şüphesiz ki, bu emperyalist kuşatmaların sonucudur. Üstelik altında mutlaka özelleştirme, esnek çalıştırma ve gericileştirme olacağı kesindir.
Cumhuriyeti anlatırken duyduğumuz gururun, şimdi eğitimi anlatınca yerini derin bir öfkeye bıraktığının farkındayım. Ama bu gerçekleri bilmek zorundayız. Emperyalizmi tanımadan bu topraklarda yaşamak mümkün değildir. Cumhuriyetimizin ilanından 93 yıl sonra, ülkemizde genel durum ve görünüm çok parlak değildir. Ancak içinde Atatürk sevgisi taşıyanlar ile Atatürk’ün gençleri için umutsuzluğa yer yoktur. Atatürk’ün ilkelerini özümseyerek, bilinçli ve kararlı bir şekilde tüm yurtseverlerin örgütlenerek yapacağı haklı ve demokratik bir mücadele ile umuda ve aydınlığa doğru yeniden yol alınacaktır.
Bunun için tüm yurtseverlerin bir araya gelerek, güçlerini birleştirmesi gerekmektedir. Çözümün Kemalizm’in muhteşem altı okunda olduğunu bilerek, il il, ilçe ilçe, köy köy, mahalle mahalle dolaşarak bütün bu olumsuzlukların ve ülkemizin üstündeki kara bulutların topluma anlatılması gerekmektedir. Atatürk’ün gençlere emanet ettiği Türkiye Cumhuriyeti’nin sonsuza dek yaşatılması için, hepimizi büyük görev ve sorumluluklar beklemektedir. “Bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı” kararlı ve bilinçli olarak yeniden savaşmanın zamanı gelmiştir. Yaşadığımız günlerde Cumhuriyetimizi balo ile kutlamak yerine, eğitim seferberliği yaparak kutlamamız gerektiğinin bilincine varmalıyız. Mustafa Kemal Atatürk’ün çağdaş uygarlık yolunda daima ileriye doğru gideceğimiz ışıltılı günlerin özlemiyle, cumhuriyetimizin 93. yılı kutlu olsun.
Hepinizi saygıyla selamlıyor ve teşekkür ediyorum.
İlk Kurşun Gazetesi, 31 Ekim 2016.
(*): Foça Belediyesi ve Ankara Bahçelievler Deneme Lisesi Mezunlar Derneği’nin 29 Ekim 2016 tarihinde düzenlediği etkinlik konuşması.