Özellikle kırsal kesimdeki belediyelerde çalışan işçiler birer kahramandırlar. Ancak, onlar kahraman olduklarının bilincinde değillerdir. Kahraman olduklarını bilmemelerinin en önemli faktörü de sınıflarından bi- haber oluşlarıdır.
Sınırları çok geniş olan belediyelerde dağ bayır, yaz-kış çalışırlarken, beyinlerindeki işlerini kaybetme duygusu onları zaman içerisinde korkak birer kişilik haline getirir. Başlarındaki kişiler onlara öyle bir baskı uygularlar ki; “korkmakta haklılar” diyesiniz gelir. Oysa, kendilerine baskı yapanlara fırsatı verenler kendileridir. Köyle bağlantıları kesilmediği için ne tam anlamıyla köylüdürler ne de işçi. Onun için hiçbir değer verilmez kendilerine. İnsan gözüyle görülmezler. Modern bir köleden farklı değillerdir.
Hele hele başlarındaki kişiler hümanizmadan nasiplerini almamışlarsa hep itilip kakılırlar. Zaman zaman yüzlerine gülünse de bu bir aldatmacadan öte gitmez. Mesai kavramları yoktur. Oradan oraya koştururlar onları. İtfaiyeden inip cenaze arabasına binerler. Kanalizasyon temizlerler, su patlağına giderler. Kamyona, iş makinasına, nerede boş araç varsa oraya sürülürler.
Karınlarını domates ekmekle doyururlar. Yazın sıcakta, kışın soğukta işyerlerine giderler. İçlerinde ara sıra kaytaranlar olsa da çoğu eşek gibi çalışır. Buna karşılık emeklerinin karşılıklarını alamazlar.
Çoğu sendikanın anlamını bilmezler. Sendika onlar için hiçbir anlam ifade etmez. Onlar eğitimden ziyade alacakları üç kuruş fazla paraya bakarlar. Kırsal kesimdeki sendikaların da işçi eğitimiyle ilgileri yoktur. Onlar işçinin hakkını korumaktan, eğitmekten ziyade, bir yerde örgütlenmenin ve aidatların hesabını yaparlar. Çünkü, yaptıkları sınıf sendikacılığı değildir ve işçinin kaderi işverenin iki dudağı arasındadır. O nedenle, çok fazla etkili olmaları ve işçileri eğitmeleri olanaklı değildir.
Peki, kahraman dediğimiz ancak, kendilerinin kahraman olduğunu bilmeyen bu işçilerimiz; kendilerini insan yerine koyan, emeklerine ve kişiliklerine saygı duyan bir yönetim geldiğinde ne yaparlar? İşte, burası da çok ilginçtir. Hep baskı gördükleri bir iklimden geldikleri için bunu kavrayamazlar, anlayamazlar ve değerlendiremezler.
Kendilerinin adam gibi beslenmeleri için ortam yaratan, işlerine araçla gitmelerini sağlayan, sosyal haklarını veren ve ücretlerini geçinebilecek bir düzeye getiren, onlara bir şey olduğu zaman yüreği yanan yöneticileri anlayamaz bu kahraman işçilerimiz. Anlamaya da çalışmazlar. Çünkü, vahşi kapitalizm onları da bencil ve çıkarına düşkün bireyler haline getirmiştir.
Mevcut iktidar, belediye işçilerini resmen köle gibi görmüş ve buna yönelik uygulamalar getirmiştir. Bunlardan bir tanesi norm kadro uygulamasıdır. Norm kadroya göre, belediyelerin çalıştıracakları işçi sayısı alabildiğine azaltılırken, memur kadrosu da o oranda artırılmıştır. Bunun yanında da taşeron işçi uygulaması getirilmiştir.
Norm kadro uygulamasıyla, belediyelerde çalışan kadrolu işçilerin büyük bölümü diğer kurumlara aktarılmış, işçi sayısı minimize edilmiştir. Ama, bunun yanında belediyelere taşeron işçi çalıştırılma olanağı getirilmiştir.
Taşeron işçilik ise çağımızın kölelik sisteminin bir parçasıdır. İşçilik burada şekil değiştirmekte amelelik ya da ırgatlıkla iş değerde tutulmaktadır. Daha açık bir anlatımla, taşeron işçi itilendir, kakılandır.
Belediyelerdeki norm kadro uygulamasının ardında yatan bir başka neden de toplumda örgütlenmeyi engellemedir. Norm kadro uygulamasıyla belediyelerdeki işçi sayısı alabildiğine azalırken, sendikaların işlevsizliği artırılmakta ve böylece örgütlenmenin güçsüzleşmesi gerçekleştirilmektedir.
Taşeron işçilikte ise, hiç örgütlenme yoktur. Taşeron işçinin sendikaya kayıt olması mümkün değildir. Alt işveren, işçilerle yaptığı sözleşmeyi büyük ölçüde 5 ay 29 gün üzerinden yapmaktadır. Böylece, taşeron işçi yıl içerisinde giriş çıkış yapılmak suretiyle 12 ay çalışma olanağından yoksun bırakılmaktadır. Bu da, işçinin kıdem tazminatı olanağını elinden almaktadır.
Ne yazık ki, bu olumsuz durumlar karşısında emekten yana olduklarını söyleyen siyasi partiler ve emek örgütleriyle sendikalar sessiz ve suskun kalmışlardır. Sınıf bilincinde olmayan işçi de bunların farkına bile varamamıştır.
Bu vahim durumun farkına varan işçiler ise hemen kapı önüne konulmaktadırlar. Bu dediklerimizi doğrulayan bir mektubu sizlerle paylaşmak istiyoruz.
Bakın Ahmet Bağbaşı isimli işçi bize gönderdiği mektupta nasıl feryat ediyor. ? Ahmet Bağbaşı taşeron işçi olarak çalıştığı belediyenin başkanına hitaben şunları söylüyor :” Belediye bir Vietnam kampı. Sen belediye başkanı olmuşsun ama, insan olamamışsın. Anasına babasına hayrı olmayanın işçiye hayrı olur mu? Senin İsrail’den farkın yok. Senden her şey beklenir. Sen işçiyi aç aç gece geç saatlere kadar çalıştırdın. Bir yarım ekmeğin hesabını yaptın. Yok neymiş. Bu ay lokantaya borç çokmuş idare edin. Nerede kaldı senin namazın, orucun? Belediyede işçinin yarım ekmek kadar değeri yok. Allah belediyede çalışana sabır versin. Karşısındaki insanı küçümseyen ve dinlemeyen bir işçi düşmanısın. Benim çoluk çocuğumu ağlattın. Allah da senin çoluk çocuğunu ağlatsın. Sen 30 senedir belediyede ömrünü çürütmüşsün. Daha asfalt dökmesini bile bilmiyorsun. Vatandaşın gözünü boyamak için yaptığın asfaltlar patladı.”
Mektubu gönderen Ahmat Bağbaşı’nın hangi belediyede çalıştığını yazmıyoruz. Yazılan mektuptan belediye çalışanlarının içler acısı durumunun net bir şekilde anlaşıldığını umuyoruz. Ahmet Bağbaşı yazdığı mektupta, belediyelerde çekilen sıkıntıları yazmaya devam edeceğini de söylüyor.
Eğer, işçi emeğin en yüce değer olduğunun farkına varmaz ve kendisini amele gibi görürse, üzerindeki baskı artarak sürecek ve zaman içerisinde modern köle durumuna düşecektir.
Bu durumda işçiyi uyaracak, işçiyi bilinçlendirecek çalışmalar yapmak, toplumsal muhalefeti güçlendirecek faktörlere ihtiyaç vardır. O faktörler de emek ağırlıklı siyasi parti yöneticileri ile sendikacılardır.