İki sahne kurulu önümüzde, biri ülkemizin yer aldığı sahne, diğeri kendi özelimiz, dertlerimiz, sevinçlerimiz, özümüz, durumumuz, yaşam sahnemiz…
Büyük sahnede Türkiye’yi yoketme, yıkma, değiştirme, dönüştürme oyunu.
Aşık Veysel’in, gidiyorum gündüz gece deyişi gibi, gece gündüz gidiyoruz o menzile. Ölüme, sonu ölüm olan uçuruma… Gündüz – gece olanı biteni, sahnedeki büyük oyunu ulusça tepkisiz izliyoruz. Oyun, uluslararası katılımla, perdenin arkasından parmakla oynatılan Hacivat’la – Karagöz’le, tüm kukla takımıyla, seyircisiyle, yalancısıyla, dolandırıcısıyla, hırlısıyla hırsızıyla, aydınıyla, karanlık insanıyla, okumuşuyla, okumamışıyla sürüyor…
Küçük sahnede herkesin kendi oyunu. Yoksulsan yoksulluğunla, şehit anasıysan, şehit babasıysan acı kaybınla, hastaysan, umarsızsan duygularınla, umutlarınla oynanıyor… Gurbetteysen gurbet evlatlarını çalıyor. Boynu haçlı gelip tırnağını etine takıyor… Gözünden sakındığın göz önünde göz veremi oluvermiyor mu? Gâvurdan dost olmaz olmasına da, bunu gel de bilmeyene, gözü bağlıya anlat… Her evde bir dert kaynar, bilir misin ne kaynar?
“Herkesin tenceresi kapalı kaynar.”
“Tenceresi kaynarken, maymunu oynarken” seyrediyoruz kendimizi… Yaşamdaki sahnemizi… Arsızların kazandığı, eli kanlıların adamdan sayıldığı, hırsızların baş olduğu bu dünyada kendi sahnemiz başka olacak değil ya…
Herkes kendi adına konuşmalı. Ben bunu ölsem de yapmam, ben öyle, dünyaları verseler de olmam, demeli. Sözümden dönmem, yolumdan ayrılmam, dilimden geçmem, özümü yabana katmam demeli insan ama bunu yalnızca kendisi için demeli. Kişi neyi ayıplarsa o ayıpladığı başına gelirmiş. Neyi kınarsa kınadığı durumu yanıbaşında buluverirmiş…
“Ne mezarlıkta uyu, ne korkulu düş gör.” “Sabreyle gönül, elden ne gelir.”
Boşuna mı denmiş: “Kendisi muhtac-ı himmet (yardıma muhtaç) bir dede; nerde kaldı gayriye (başkasına) himmet ede.”
Yaşamımızın sahnesi işte böyledir.
Kişi ancak kendini bilir, saygınlığını, onurunu kendi korur. “Kendi eliyle ayağına balta vuran”lara ne yapacağız? “Kendi düşen kendi kalkar.” umuduyla beklemekten başka. “Kişidir kendini hem aziz eder, hem rezil…”
Ülke böyleyse biz de öyleyiz, ne biraz iyi, ne daha çok umutlu…
Ülkemiz kaynayan kazan. Her geçen gün ileriye gideceğine geriye giden, huzura ereceğine, yükseleceğine ateşe atılan…
Havaalanında gözlemliyorum. Görene her yan sahne. Sahnede iki kadın, ikisi de aynı yaşlarda. Epey yaş yaşamışlar, son dönemeçteler… Biri karşıda, diğeri ötede yanda.
Bizimki karalar giymiş, uzun etekli, başı arkadan tümsekli, türbanlı, alnı bantlı, ayağı mestli. Bekleme salonunda koltukta. Ayaklarını çıkarıyor, ayakkabısı yerde, tek ayağını altına alıyor, elinde tesbih. Başını ağır ağır sallıyor, gözleri fıldır fıldır, dudakları kıpırdıyor…
Yabancı kadının elinde kitap. Ülkemizi gezmiş, görmüş, dönüyor. Beklerken bile zamanı boşa geçirmiyor. Bilgisine daha çok bilgi katıyor… Her çağdaş kadın gibi giyinmiş… Ha, bir de burnu kafdağında… Çevresindekilere küçümseyerek bakıyor… Kolay mı sömürgeci soyundan olma…
Kadınlarımız böyle de erkekler farklı mı? Bakınız, görürsünüz, çember sakallıdan geçilmiyor ortalık. Çoğu; giyimlerinden, saç başlarından belli, çıkarcı, tarikatçı, iktidarcı, vatanı milleti satıcı…
Nereye baksan bir badem bıyıklı. Yönetici, müdür, danışman, hepsi onlardan. Cumhuriyetine düşman, devlet kurucusuna kinli, yüreği kirli… İster ki badem, yeniden tutsak olsun bu vatan, bölünsün, talan edilsin, parayla değil mi, dini imanları para değil mi, gözünü toprak doyursun, onun için ne gam…
Önümüzde iki sahne… Biri ülkenin, diğeri bizim…
Büyük sahnedeki oyunu iyi anlamalı! Küçük sahnede bize oynanan oyunları nasıl görebiliyorsak, başımıza gelecekleri sezebiliyorsak, görünen köy kılavuz istemiyorsa, ülkemizde oynanan oyunu da görebilmeli!..
Savaşacak mısın, teslim mi olacaksın, meydanı kötülere mi bırakacaksın? Ne yandasın? Mesele buna karar vermekte…
Bir beş günde bile neler oluyor, olanlar orta malı gibi meydanda. “Arif anlar, sağır dinler…”
Beş gün bilgisayarı açmadım, haber izlemedim. Bir de açıp baktım ki, “Tak tak eder kabacık!”
“Göz derya, seyir bedava…”
Bütün haber kanalları aynı haberle başlıyordu geçen Pazar. Sanırsınız büyük bir devlet adamını ( böyle biri hâlâ kaldıysa), ne bileyim bir ulusal kahramanını yitirmiş ülkemiz… Yayınlar ağırlaştırılmış, herkes tek yöne kitletilmiş, canlı yayından cenaze anlatımı. Dura dura, yutkuna yutkuna anlatıyor anlatıcılar… İstanbul’da bu nedenle sokaklar, caddeler kapatılmış, araç geçişleri kısıtlanmış…
Neymiş, bir işadamı ölmüşmüş, saldırıyla, kazayla değil, eceliyle, kalp krizinden…Aynı gün ne rastlantı Kamer Genç’in de cenazesi kalkıyor. Ne tantana, ne hay huy… Yalnızca sevenleri, emeğe, yurtseverliğe saygı duyanlar oradalar…
Çağdaş bir ülkenin yalnızca magazincilerini ilgilendirecek, gündeminde tek satırla yer alacak bir haberdir bir iş adamının ölüm haberi. Bizim sahnede bu ecelden gelen ölüm, şehitlerimizi, gündemimizi, geleceğimizi hepsini arkaya itmiş, gözönünde algılarla oynayarak, vatandaşımızı, işçimizi, çalışanımızı küçümseterek, gündemi örterek öyle duruyor… Şu kadar kişiye ekmek yediriyormuş, şu kadar kişinin işvereniymiş… Yoksulun iyilik meleğiymiş… Sanki işçi olmasa, boğaz tokluğuna ağır şartlarda çalışmasa, devletin kurumları bunlara özelleştirme adına hediye verilmese, iktidarca, küreselcilerce desteklenmeseler böyle kazanabilecekler…
Bir de bakıyorsunuz, üstü Arapça yazılı gülkurusu renginde bir örtünün önünde, bütün devlet erkanı, başlar önde, selamdalar… Selam duruş aynı zamanda Osmanlı sancağına, yıkılan, tarihe gömülmüş bir eski devlete, son “hain- soysuz” padişahı İngiliz’in gemisiyle kaçan, vatanı düşmana teslim eden bir yıkılmış devlete selam… Gazeteler sizi bir saniye bile merakta bırakmıyor, açıklamalar aynı tornadan çıkma.“Cenazede dikkat çeken detay” adıyla hep aynı açıklama: “ Tabuta Osmanlı sancağı örtüldü. Daha önce de falan halasına örtülmüştü. Müzeden çıkarılan sancakta şu yazıyor…”
Cumhuriyetle birey olmuş, iş kurmuş, okumuş, gelişmiş, her türlü olanağa kavuşmuş… En üst küresel toplantıların vazgeçilmezi olmuş, kimse dış ilişkilerini sorgulamamış. Ülkenin en varsıllarından sayılmış… Sonra da Osmanlı sancağıyla ortaya çıkış. Tehlikedeki Cumhuriyetimize, gericilik – bölücülük sarmalındaki ülkemize ölüm bahanesiyle bir darbe daha vurmak… Osmanlı hayalcilerine göz kırpmak, padişahlık heveslilerine, iktidara yanınızdayız demek…
Hürriyet’in ölüm günü haberine koyduğu resim de ilginç. Mustafa Koç elinde tesbihi ile. Bir gece öncesi de iki kardeş Kaçak Saray’da içki, yeni işleri üzerine sıcak bir sohbettelermiş… Üstelik her hafta oraya giderlermiş…
Her gün üç beş askerimiz, polisimiz ölüyor. Biz şehit diyoruz ama bu iktidar çoktan şehit ve gazi tanımlarını devletten kaldırmış. Bu anlayışa göre din devletine dönmeden, devletimiz yıkılmadan bunlar olmazmış…
Askerimize, polisimize acımasızca kıyılırken, başkanlık uğruna savaş oyunu oynatılırken, bir yandan teröristin partisi sahnede oyun üstüne oyun kuruyor.Olmayan dilleriyle eğitim, eli kanlı liderlerine özgürlük istiyorlar. Numara üstüne numara, yalan dolan üstüne bin yalan… Başteröriste dünyadaki en iyi şartları verdik diye övünüyor başkanlık isteyen, böylece bölünmeye yasal yolu açacak olan, iktidar başı. Yeminsiz kadının (Zara) adını ağzına alıyor, kendine haksız yere vekil aylığı ödüyor da, kimse bu depolanan silahın, açılım palavrasının, bölücülük oyununun, vekil sayılmayana, devletine baş kaldırana ödenen aylıkların hesabını çıkıp soramıyor.
Yüzlerce yeni lüks arabalar alınıyormuş yeniden yeniden başkan (!) sarayına, bakanlıklara, bir türlü doymayan gözlülere… Polisimiz kağıt gibi bükülüveren arabalarda görevdeyken, sürat yapan arsız bir oğlanın önünde yoldan savrulup parçalanıyor… Gazeteciler bir ağızdan yazdılar dün, lüks araç, lüks aracın çarptığı, lüks aracın öldürdüğü polis… diye. Hangi çağdaş ülkede bu denebilir? Devletin trafik polisi, kullandığı araç böyle dile dolanabilir?
Koyun can derdinde, kasap et derdindeyse olur bunlar…
Herkesin bir derdi var demiş atalarımız, sonra eklemişler:
“Değirmencininki su…”
Borç uzayınca kalır, dert uzayınca alır, denir bilirsiniz.
Derdimizi iyi görüp, başımıza geleni iyi çözüp derman aramanın tam zamanı. Unutmayalım:
Ha memleketin hali, ha bizim halimiz…
Feza Tiryaki, 30 Ocak 2016
İLK KURŞUN