Terör ve katliamlar, ülke gündemini kaplamış durumda. Öyle olması isteniyordu, oldu, oluyor. Resmen canımızla sınandığımız için başımızı kaldırıp, “kıyamet” alametlerini ve müsebbiplerini sorgulayamaz hale getirildik.
İki gündür peşpeşe yaşanan İstanbul Vezneciler ve Mardin Midyat katliamları olmasa, neleri konuşacaktık, şimdi neleri konuşuyoruz?
Önce gündemdeki tartışmalara katkı için birkaç hususa dikkat çekelim:
Yeni Başbakan Binali Yıldırım’ın ilk sözü, “Milletimiz rahat olsun. Terör belasını Türkiye’nin gündeminden çıkaracağız” idi. Yıldırım dün Vezneciler saldırısında yaralananları ziyaretinde de bu sözü tekrarlayarak, “çemberin daraldığını” söyledi.
Erdoğan ise, “Ciğerimiz kan ağlıyor, ama her şeyin bir bedeli var. İlk insanla başlayan bu mücadele kıyamete kadar sürecek. Bunun minimize edilmesidir asıl olan” dedi.
Biri “kesinlikle bitecek” derken, diğeri “kıyamete kadar sürmesinden” söz ediyor. Doğru hangisi?..
Bir başka konu, “kanı bozuklar” meselesi. Erdoğan dün Muhtarlara iftarında şunları söyledi:
“Arada bazı kanı bozuklar çıkmıyor mu? Çıkıyor elbette. Milletimiz onlara da hak ettiği dersi veriyor. Bunun adı, kimi zaman devletine ve milletine kurşun sıkan terörist oluyor. Bunun adı kimi zaman onlara destek bildirisi yayınlayan sözde aydın-akademisyen oluyor. Bunun adı kimi zaman arabasında teröriste silah taşıyan, evini teröriste tahsis eden milletvekili oluyor. Bunun adı kimi zaman da, kendi ülkesini soykırımla itham eden Almanya’da milletvekili oluyor.”
Ya muhalefet de çıkıp bu listeye, “Teröristbaşını Kürtlerin lideri ilân edenleri, teröristbaşı ve PKK paçavralarını taşımayı suç olmaktan çıkaranları, teröristbaşı ve PKK’yla masaya oturanları, Kandil’e postacı gönderenleri” eklerse?
Başbakan Binali Yıldırım’ın, “Terör örgütünün bugünlerde ‘biz görüşebiliriz, silahları bırakabiliriz, konuşalım’ gibi doğrudan, dolaylı haberleri geliyor. Onların uzantılarından bize böyle haberler geliyor. Konuşacak hiçbir şey yok. Konuşacağımız tek şey, bayrağımız. O bayrağın rengi şehitlerimizin kanıyla, hilali bağımsızlığımızın sembolü, yıldızı şehitlerimizin gökyüzünde parlayan yıldızıdır” sözleri de gündeme “bomba” gibi düştü.
Birincisi; “Konuşacağımız şey bayrağımız” demek, hâlâ açık kapı bırakmak değil midir? Kaldı ki, bölücü terör örgütü ve uzantıları “bayrakla bir sorunları olmadığını” söylüyor.
İkincisi; “Konuşacak bir şey yok” sözünde samimilerse, yapacakları ilk iş, teröristbaşının, “Cumhurbaşkanlığı seçiminden önce çıkması şart” diyerek, bir gecede Meclis’ten çıkarttırdığı PKK’yla Müzakere Yasası’nı iptal ettirmek olmalıdır. Bu yasa hakkında İmralı’da yapılan konuşmaları hatırlatalım:
Sırrı Süreyya Önder, “Bugüne kadar kimsenin başaramadığını siz burada başardınız, müzakere ile devlete yasa çıkarttırdınız. Bence bu yasa tarihidir” diyor. Teröristbaşının,“Benim için çok basit bir yasadır” sözü üzerine de Önder, “Bu yasa çıktıktan sonra bize sayfalar dolusu sövseler bile bence önemsememek gerekir. Bugüne kadar kim hangi mücadeleyle devlete neyi kabul ettirmiş, buna bakmak gerekir” karşılığını veriyor.
O yasanın iptalinin neden önemli ve gerekli olduğu anlaşılıyor, değil mi?
KILIÇDAROĞLU’NA KURŞUN GÖSTERME
Kılıçdaroğlu’nun, “Hastanelerdeki PKK ve DHKP-C örgütü mensuplarını ziyaret ettiklerini” açıklaması ve bunun ardından dün İstanbul’da şehit cenazesinde protesto edilip, “kurşunla” uyarılmasına gelince;
Erdoğan Kılıçdaroğlu’nun bu sözlerini eleştirirken, “Böyle bir şey olabilir mi? Bu ülkede ana muhalefetin başı olacaksın, bölücü terör örgütünün mensuplarını hastanede ziyaret edeceksin. Neymiş? Hastaymış, yaralıymış. Ben bunları milletimin iradesine havale ediyorum. Artık inanıyorum ki milletim bunlara gereken dersi en ideal şekilde, en güzel şekilde verecektir. Benim askerimi şehit edenleri, benim polisimi şehit edenleri, benim köy korucusu kardeşlerimi şehit edenleri, hastanede ziyaret ederek onlarla hasbihal etmek, DHKP-C mensuplarını hastanelerde ziyaret ederek onlarla hasbihal etmek, kusura bakmasında bu milletin değerleriyle uyuşmaz” dedi.
Velev ki uyuşmasın… Ama acaba milletin değerleriyle uyuşmayan başka şeyler de olmadı mı?
Mesela; Kobani olayları sırasında Mardin İl Danışma Meclisi Toplantısında konuşan AKP Mardin Milletvekili Abdurrahim Akdağ, partisinin “icraatlarını” anlatırken, Suruç Devlet Hastanesi’nde 1498 PYD’liyi tedavi ettirdiklerini açıklamadı mı?
Dönemin Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu sadece PYD değil, IŞİD’li teröristleri de tedavi ettiklerini söylemedi mi?
Dahası yine dönemin AKP Sözcüsü Beşir Atalay, “Olaylar bitmiş, Kobani’de yaşayan insanların hepsi ama hepsi boşaltmış şehri, Türkiye onlara kucak açmış, buradalar. Orada sadece PYD’nin tamamı da değil, sınırlı sayıda militanı var. Onlar da gelmiş aslında, şimdi ‘gitmek isterseniz gidin’ diyoruz, gitmiyorlar” demedi mi?
PYD, IŞİD teröristlerini tedavi etmek… PYD’lilere “kucak açmak”… Normal miydi yani?..
“Kurşun” meselesine gelince; Yandaşlar daha önce şehit cenazesinde yumurtalı protestoyu adeta kutsamıştı. Şimdi de “kurşun”u normal bir eylemmiş gibi göstermeye çalışıyor.
Madem öyle; Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu, “İmralı Notları” kitabının Kızılay’da ücretsiz dağıtılmasını önermişti. Bu yapılsa da vatandaşlarımız hiç olmazsa gerçekte kimleri protesto etmesi gerektiğini öğrense!..
Bir de; Kılıçdaroğlu o sözleri dolayısıyla “kurşunla” uyarıldı ve bunu yapan serbest bırakıldı ya… Erdoğan veya AKP’lilere sosyal medya üzerinden bir laf edenlerin başına neler geldiğini biliyoruz. Erdoğan bir vakitler, “Bazı kitaplar bombadan daha tehlikeli” demişti. Demek ki, artık “sözler de kurşundan daha tehlikeli” sayılıyor!..
ADIM ADIM KIYAMETE
Acılardan, can derdinden konuşamadığımız, bizatihi bunların sebebi konulara gelince;
Daha Nisan başında ABD öncülüğündeki IŞİD karşıtı koalisyonun sözcüsü Steve Warren, IŞİD’in Suriye’deki kalesi olan Rakka’yı “Suriye rejimi yerine YPG’nin ana unsuru olduğu Demokratik Suriye Güçleri’nin almasını tercih edeceklerini” açıkladı.
Türkiye’deki son katliamlar öncesinde gündemde sözde Demokratik Suriye Güçlerinin Rakka’ya operasyonu, ABD askerlerinin PYD/YPG arması takması ve PYD/YPG’nin “Fırat’ın batısına” geçmesi vardı.
Erdoğan 28 Mayıs’taki Diyarbakır ziyaretinde, ABD’nin terör örgütü YPG’ye desteğini“kınayıp”, “Bize dost olanlar, NATO’da beraber olanlar kalkıp da kendi askerini YPG’nin işaretleriyle Suriye’ye göndermemeli, gönderemez” dedi. Dönüş yolunda da beraberindeki gazetecilere, “ABD planının, Türkiye sınırı boyunca bir bant şeklinde uzanan Kuzey Irak ve Suriye’nin kuzeyini içine alan bir bölgede Kürt devleti kurma hazırlığı” olduğunu anlattı.
İyi de bir hafta sonra Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu neler söyledi? Şunları:
“Münbiç bölgesinin temizlenmesini ve bu bölgenin kapatılmasını en çok biz isteriz. Çünkü bu bölgeden en çok saldırı bize geliyor. Dolayısıyla sınırımızda bir terör örgütünün olmasını istemeyiz, ama başka bir terör örgütünün de olmasını istemeyiz. O nedenle kuzeyden iki taraftan gidip temizleyerek Rakka’ya kadar gidilmesini istemiştik. Münbiç’e yönelik Suriye Demokratik Koalisyonu vardı. Onlar da olabilir dedik fakat içlerinde PYD’li varsa bunların da operasyon bittikten hemen ayrılması lazım dedik. Fırat’ın doğusunda YPG’liler lojistik destek vermek istiyorsa o ayrı, ama özellikle operasyonlar bittikten sonra batısında bir tane bile YPG’li istemeyiz. ABD de bu konuda garanti verdi. Eğer sözünde durursa, garanti verdi.”
PYD’ye “terör örgütü” diyorlardı… Terör örgütünün operasyona katılmasını kabul ettiler… Operasyonu yapan Suriye Demokratik Koalisyonu’ymuş, içinde sınırlı sayıda PYD’li varmış… Geçin bunları, o koalisyonu bizzat PYD’nin kurduğunu cümle alem biliyor… Kaldı ki, koalisyonun içindeki PYD’li sayısı 1, 250 veya 3 bin olsa fark eder mi? PYD/YPG’yi kabullenmiş oldunuz mu, olmadınız mı?
Hasılı; Biz canımızla boğuşturulurken, ABD planı, yani o “Kürt koridoru” adım adım tamamlanıyor!..
KARADENİZ’İN NATO GÖLÜ OLMASI
Dikkat kesilmemiz gereken bir başka konu daha vardı:
Nisan ayı ortalarında Erdoğan, NATO Genel Sekreteri Stoltenberg’i kabul etti. Görüşmede, 8-9 Temmuz’da Varşova’daki NATO zirvesinin gündeminin ele alındığı duyuruldu.
Bu görüşmeden 1 ay sonra Erdoğan şöyle bir açıklama yaptı:
“NATO Genel Sekreteri Stoltenberg’e söyledim, ‘Karadeniz’de görünmemeniz, Karadeniz’i adeta Rus gölü olarak gösteriyor’. Karadeniz’i tekrar istikrar havzası kılmalıyız.”
Erdoğan’dan birkaç gün sonra da Stoltenberg, “Biz, Türkiye’de varlığımızı arttırdık. Patriot bataryaları yerleştirdik, NATO gemileri Türk limanlarına gidiyor, ayrıca AWACS’lar görev yapıyor” dedikten sonra Karadeniz’de NATO operasyonlarına ilişkin olarak, “Kırım’ın yasadışı şekilde ilhak edilmesinin ardından NATO Karadeniz’de varlığını zaten arttırdı. Ankara’yı ziyaretimde Cumhurbaşkanı ile daha fazla ne yapılabileceğini konuştuk. Görüşmeler sürüyor, ama bu konu gündemimizde” değerlendirmesinde bulundu.
Varşova Zirvesi’nde sadece Karadeniz’in NATO gölü olması değil, TSK Ege’deki faaliyetlerine bile itiraz ederken, NATO’nun Akdeniz’de de görev üstlenmesinin konuşulacağı bildiriliyor.
Özetle önümüzde, Ege’den sonra Karadeniz ve Akdeniz’deki kuşatmanın tamamlanması var. Lâkin konuşamıyoruz bile.
BIDEN’IN BAŞBAKAN YILDIRIM’A TELEFONU
Erdoğan’ın, “Terörle mücadele kıyamete kadar sürecek” sözünden hareketle, Türkiye’nin“kıyameti” niteliğindeki üçüncü konuya gelince;
ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden dün İstanbul ve Midyat’taki terör saldırıları nedeniyle“başsağlığı” dilemek için Başbakan Binali Yıldırım’ı aradı.
Beyaz Saray’dan yapılan açıklamada, Biden’ın “anlamsız şiddet eylemlerini güçlü şekilde kınadığı” belirtildikten sonra, “Biden ile Yıldırım’ın, Kıbrıs’ta iki bölgeli iki toplumlu bir çözüme ulaşılması çabalarını güçlü şekilde desteklediklerini tekrarladıkları” vurgulandı.
“Anlamlı şiddet eylemi ne ola ki?” diye sorup, PKK’nın katliamlarının gayet “anlamlı, planlı ve bilinçli” olduğunu, bunu da en iyi ABD’nin bildiğini,
Ve ayrıca Biden’ın, “Kıbrıs işini Erdoğan’la halledeceğiz” dediğini, Obama’nın da Beyaz Saray’dan ayrılmadan; IŞİD’den de evvel “Kıbrıs sorununu” halletmek istediğini hatırlatıp,“başsağlığı” telefonunda “Kıbrıs’ın ne işi var” diye düşünmemiz gerekmiyor mu?
ÜLKE ÖYLE BİR NOKTAYA GELDİ Kİ…
Dağlıca-Aktatün saldırılarıyla, millete “Barzanistan” kabullendirildi…
1 yıldır kesintisiz devam eden katliamlarla PYD/YPG koridoru hazmettiriliyor…
IŞİD sayesinde Ege ve Akdeniz, Rusya’yla aramızın bozulması sayesinde Karadeniz kuşatılıyor…
Şimdi sırada, “Ya canın, ya Kıbrıs” var…
İşte “terörle, bombalarla” geldiğimiz/getirildiğimiz nokta.
“Geldiğimiz nokta” demişken;
9 Mart 2014 tarihli İmralı Notları’nda bir bölüm var.
Sırrı Süreyya Önder, Pervin Buldan ve Selahattin Demirtaş’la birlikte MİT Müsteşarı Hakan Fidan’la yaptıkları görüşme hakkında teröristbaşına bilgi veriyor. Aralarında geçen konuşma şöyle:
S.S.Önder : Görüşme biraz gergin başladı. Hakan Bey bizim tutumumuzun, sizin bir önceki görüşmede geliştirdiğiniz söylemi tetiklediğini söyledi.
Öcalan : Nasıl yani? Nasıl bir tutum almışsınız ki, ben etkilenmişim?
S.S.Önder : Biz de bunun böyle olmadığını ve en basit sözlerin bile tutulmadığını anlatarak, bizim böyle bir dahlimizin olmadığını, bizzat hükümetin eksikliği ve ağırlığının sayın başkanı bu duruma getirdiğini söyledik. Ben kendisinin kurmak istediği çözüm planına hükümetin ve diğer kurumların güç vermediğini, güç vermediği gibi sabotaj anlamına gelecek işler yaptığını anlattım. Bu oyun planının artık hayatta bir karşılığı kalmadığını, yeni bir şeye ihtiyaç olduğunu söyledim.
Öcalan : Sen neyi nasıl önerdin?
S.S.Önder : Hakan Bey’in projesi şöyle özetlenebilir: Ülke öyle bir noktaya gelsin ki, ne başkanın özgürlüğü ne de diğer demokratik haklar artık tartışılmayacak bir hal alsın, biz de nihai çözümü geliştirelim şeklindeydi. Bu kronolojik bir yaklaşımdı. Ben gelinen noktada bunu tam tersine çevirecek öncü bir yaklaşım geliştirilmezse, ortada ne hükümetin ne de MİT’in kalacağını belirttim. Bunun için de doğrudan sizin özgürlüğünüz ve demokratik hakların iadesi masaya konulup sonundan yürütmek gerektiğini önerdim. Nasıl meselesine gelince, hükümetin bunu yapmamak için öne sürdüğü mazeretlerin hayatta hiçbir karşılığının olmadığını anladık. Kendi güvenlikleri söz konusu olduğunu, hiçbir şekilde ‘halk buna hazır değil’ gibi ölçüler gözetmediklerini de söyleyerek, artık bundan aşağısı bu soruna yeni bir yaklaşım olarak sunulamaz dedim.
Hasılı kelâm; Üst akıl-alt akıl, içerden-dışardan milleti, halkı hep bir şeylere “hazır” hale getirmek için “ülke öyle bir noktaya götürülüyor” ki!..
Müyesser Yıldız
Odatv.com