İnci Aral’la siyaset, edebiyat, “Kan Günleri ve Nar Ağrısı” üzerine söyleştik
İnci Aral’ın son kitabı “Kan Günleri ve Nar Ağrısı” Kırmızı Kedi Yayınevi’nden çıktı. 2010-2013 yılları arasında yazılmış metinlerden oluşan kitap, Türkiye’nin üç yılını Aral’ın kaleminden okura sunuyor. İnci Aral’la Gezi direnişini, edebiyat piyasasını ve piyasa edebiyatını, arabesk bozulmayı, Erdem Gül ile Can Dündar’ın tutukluluklarını ve son dönem Cumhuriyet Gazetesi üzerinde dönen tartışmaları konuştuk. Bir dönem köşe yazarı olduğu Cumhuriyet Gazetesi için “tanımakta zorlandığım uzak bir akraba gibi geliyor” diyen İnci Aral, gazetedeki dönüşüm için ise“umarım hala geç olmamıştır” diye ekliyor.
Siyaset, edebiyat, “Kan Günleri ve Nar Ağrısı”…
İşte İnci Aral’ın sorularımıza yanıtları:
“Kan Günleri ve Nar Ağrısı” geniş sayılabilecek bir zaman aralığında üretilmiş metinlerden oluşuyor. Okura üç yıllık bir kesitte hafıza tazeleme imkanı sunuyorsunuz. O kesite dair ortak hafızamızda canlanan tablo metne de sindiği üzere hayli karamsardı. O yıllara bugün yeniden baktığınızda tabloda değişen şeyler var mı? Gezi direnişi girdi araya mesela…
Gezi bir avuç doğasever gencin başlattığı masum bir direnişti. Çok kurumuş kav yüzünden bir anda parlayıp alevlendi. Hayatı, kardeşliği savunan, barış içinde özgür bir Türkiye özleyen herkesi heyecanlandırdı, ayağa kaldırdı. Orantısız şiddet, Gezi Parkı’ndan yükselen ateş ve gaz dumanı ile bütün ülkeye yayıldı. Halk sinmekten usanmış, sesi boğazına düğümlenmişti. Sokağa çıktı, çaresizlik ve korku duvarını aşmak istedi. Olayın tarihsel önemi yadsınamaz ancak acımasızca bastırıldığı için ülkenin genel durumunda her hangi bir değişim yaratmadı. Geçici, örgütsüz bir karşı çıkış olarak belleklerde kaldı. Aradan geçen zamanda ise iyiye giden hiç bir şey olmadı. Güdümlü hukuk ve adalete güven büsbütün yok oldu. Bireysel hak arayışları, dişe diş hesaplaşma isteği yaygınlaştı. Kutuplaştırma, bölme ve düşman yaratmada gerileme olmadı. Ergenekon kumpasının hayatlarına, onurlarına kıydığı insanların hesabı sorulamadı. Büyük yolsuzlukların üstü örtüldü. Sözde çözüm süreci boşa, hiçe çıktı, savaşa dönüştü. Kan öncekinden daha fazla akar, canlar daha çok gider oldu. Kadın cinayetleri katlanarak arttı. Suriye politikasının neden olduğu iç ve dış tehdit iyice büyüdü. Ekonomi daha da bozuldu. Toplumca borçlu, mutsuz, kaygılı olduk. Eğitim dinci ideolojinin oyuncağı haline geldi. Daha yalnız, daha şaşkın ve boş, daha çaresiz kaldık. Buna rağmen ve üstelik halkımızın yönetim tercihleri, lidere bağlılığı değişmedi.
“VAROŞ KENTLİLİĞİ” BAZI AYDINLARA İLGİNÇ GÖRÜNDÜ
“Yapay bunalım ve korku şoklarıyla toplumcu bilincin fişi çekildi” yazıyorsunuz. Son yıllarda “yeraltı edebiyatı” serpiştirilmiş yeni tipte bir “arabesk” ya da sizin deyiminizle bir tür “varoş kentliliği” ile karşı karşıyayız. Kimi yayınevlerinin ve dergilerin de desteğiyle gelişen bu edebi simyacılığı nasıl değerlendirirsiniz?
Özellikle doksanlı yıllarla birlikte düşünme ve yaşama alanları sınırlanmış sesi kısılmış bir toplum oluşturuldu. Bu o kadar sinsice yapıldı ki biz özgürleştiğimizi sanıyorduk. Bu sırada Dünya pazarına eklemlenen ekonomi ile iktidar ve para yeni bir ağa, taşra gurubuna sunuldu. Bunlar uzun zaman ikinci sınıf oldukları ıstırabı içinde yeraltında ve sabırla “günlerinin gelmesini” beklemişlerdi. Tarikat-ticaret-siyaset üçgeninde büyüyen bu yeni zengin sınıfın alt kültürü arabesk duyarlıklarda somutlaşarak oy sahibi topluma bulaştı. “Varoş kentliliği” denen epey neşeli ve geçişken bu model bazı aydınlara bile ilginç göründü. Yalnızca toplumun kıyısında kalanları değil, belli bir alt yapıya sahip gazeteci, yazar, şarkıcı vb insanları da etkileyerek medya üzerinden yaygınlaştı. Öte yandan Türkiye çok yönlü bir değişim ve dönüşümü yaşarken dünya popüler kültür pazarının da saldırısına uğradı. Zevklerin, seçimlerin küresel sistem tarafından göz alıcı yöntemlerle empoze edildiği, kafa boşaltıcı bu ortamda derinlik yerine sığlık, toplumsal sorumluluk yerine bireycilik, zarafet yerine bıçkınlık, kabadayılık öne çıktı. Bir değerler değişimi, savrulma dönemi yaşandı. Dijital teknoloji ve kitle iletişim araçları ile yayılan kolaycılık, köşe dönme arzuları toplum ruhuna sindi. Film, dizi film, pop müzik, ürünleri bir örnekleştirilen kalabalıklara son derece ustalıklı yöntemlerle pazarlandı. Yayıncılık endüstriye dönüştü. Bütün bunlar da arabesk esintili aşklardan, nesebi belirsiz çocukların acılarına, mafya savaşlarından tarihi polisiyeye, kitle kültürünü bol keseden besleyerek varoş kentlisine sıkı modeller oluşturdu.
Piyasasının görünmez elinin edebi üretimi ve edebi eleştiriyi tektipleştirdiği bir “aşırı uyum” konusunu tartışıyorsunuz okurla… Günümüz edebiyat eleştirileri için çarpıcı bir kavramsallaştırmayla “birikmiş suskunluklar” kavramını kullanıyorsunuz. “Distopyadan Gerçeğe” başlıklı yazınıza da atıf yaparak sorarsak, edebiyat eleştirisi bir “şartlandırma merkezi”ne mi dönüşüyor Türkiye’de?
Suskun, tabulara sahip bir edebiyat ortamına ilerliyoruz. Kimse “öteki” hakkında konuşmuyor. Ne iyi ne kötü ayrılıp yerine konamıyor. Kültür endüstrisinin bağımsız eleştiriye uyguladığı görünmez baskı ve kayıtsızlık kesinlikle şartlandırma boyutlarına varmış durumda. Büyük bir yayınevinin yeni çıkan bir kitabına, bedeli bir biçimde ödendiği oranda destek veren medya korosu, en içi boş nesnenin bile okura ulaşma şansını çoğaltıyor. Bunun yanında yeni seslerin, farklı anlayış ve fikirlerin heyecanını sunmak yerine insanlara hangi hikayeyi ve bilinmedik neyi kaçıracaklarını gösteren reklamlarla yüz binlerce ürün satılıyor. O kitap tümüyle kopya, çalıntı ya da “hiç” olsa bile suçlama ve eleştirilere saldırmaya hazır güçler arkada bekliyor. Piyasanın gözü, “olmamış”a eleştiri yapanı görmüyor. İleri geri konuşanı da hemen defterden siliyor. Ne de olsa daha “aleme girdiği ilk günden” birilerine borç takıyorsun. Birikmiş suskunluklarımız kimsenin önünü kapatmama özeninden ve uzun zamandır yalnızca övgü dolu tanıtım yazılarıyla idare ediyor olmamızdan ileri geliyor. Sadece konuyu allayıp pullayan tanıtımlarla yazarın asıl anlatmak istediği, dili, tutarlılık ya da tutarsızlıkları, en çok da eserin ruhu göz ardı ediliyor. Oysa akla karayı ayıracak, sürekli aldatılan okura ışık tutacak değerlendirmelere ihtiyacımız var. Çünkü özgür eleştiri düşünce sınırlarını esnetir, okuma bilincini geliştirir. Okura okumayı öğretir. Yazarın neyi, nasıl yaptığını, uzman bir gözün bakışından görmeyi ve yazma pratiklerini daha iyi anlamayı sağlar. Öte yandan bu tür yayıncılık artık en yüksek yere, kendi zirvesine ulaşmış olduğundan bir süre sonra kaçınılmaz olarak inişe geçmek zorunda kalabilir. Okurların insani yaklaşımlardan soyutlanmış, dağ gibi sorunlara kayıtsız ürünler yerine kendi hayatlarının yansıdığı özgün, derin, incelikli ve zengin edebiyatı özlemeye başladıklarını gösteren işaretler az değil.
CARTLAND HİÇBİR ZAMAN DEĞERLİ SAYILMADI
Barbara Cartland ve “yerli Cartlandlar’ımız” bahsi oldukça eğlenceliydi. Yazık ki, “Cartland tipi ürün” yelpazesi giderek çeşitleniyor ve vampir romanlarının ötesine taşındı artık. Yeri gelmişken Cartland meselesine değinmek ister misiniz?
Pembe kitaplar olarak anılan bu tür ürünler bütün dünyada okuma alışkanlığı kazanamamış, edebi beğenisi gelişmemiş kadın okura sunulur. Okumayı yalnızca eğlenceli vakit geçirme aracı sayan olgunlaşamamış sayısız genç kadın geleceklerini bu kitaplardaki hayallere bağladıkları için bunlar her zaman çok tüketilmiştir. Sonuçta bu da bir arz talep işidir. Ancak dünyada bu ürünler edebiyat dışı tutularak ayrı raflara konulur ve edebiyat kitaplarının önünü kesmez. Bizde ise çok satarlar olarak sunuluyor ve rekabete sokuluyor. Ayrıca bizim yerli Cartland’larımız da çok iddialı ve alınganlar. Okur sayılarının çokluğu nedeniyle büyük yazar olduklarına inanıyorlar. Kuşkusuz satış önemli ama kategoriler, ilkeler de gözetilmeli. Türkiye’de de yeni yetme genç kızlara seslenen, bir gurubun yazdığı ama takma adlı bir gölge yazara mal edilen kitaplar yazdırılıyor artık. Yazıda da belirttim; Cartland yazdığı 723 romanla Guinness Rekorlar Kitabı’na girmiş ve bir milyar kopya satıp büyük servete sahip olmuş biri olduğu halde hiç bir zaman değerli ve saygın bir edebiyatçı sayılmadı.
GAZETEM TANIMAKTA ZORLANDIĞIM UZAK AKRABAM GİBİ
Eski bir Cumhuriyet Gazetesi yazarısınız. Son dönem gazete üzerinde dönen tartışmalar var. Yayın çizgisine ilişkin kaygılar dillendiriliyor. Hem bu tartışmalara hem de Can Dündar ve Erdem Gül’ün tutukluluk hallerine dair neler diyeceksiniz.
Cumhuriyet gençlik yıllarımdan beri sürekli okuduğum ve duygusal bakımdan yakın olduğum bir gazeteydi. Beni bu gazeteye bağlı tutan yazarlarla verimli dönemler yaşadım. Örneğin kitapta Rauf Mutluay’ın yazılarından söz ettim. Bir dönem Cumhuriyet’te yazmaktan da onur duydum. Ancak yaşadığımız son günlerde ne yazık ki yayın çizgisine uzak düşüyorum ve gidişata üzülüyorum. Sevdiğim bir gazete şimdi bana hatırlamakta, tanımakta zorlandığım uzak bir akraba gibi geliyor. Bilim Teknik ekinin kapanmasına ise çok üzüldüm. Bir gazetenin varoluş ilkelerine büyük ölçüde yüz çevirerek yenilenmesi ve okurunu kaybetmemesi kolay değildir. Köktenci değişimler iyi hesaplanarak, geçilen uzun yolu yok saymadan yapılmalı. Gazetenin kimyasını iç çatışma ve dengesizlikler bozdu sanıyorum. Değişen zamana, hayata, okura uyum sağlamada sabırla, en doğru yaklaşımlarla yürünebilirdi. Umarım hala geç olmamıştır. Gazeteciler Can Dündar ve Erdem Gül’ün tutukluluğunu kabul etmek, karşı çıkmamak ise mümkün değil. Bu tuhaflık içinde bulunduğumuz hukuksuz, antidemokratik ve keyfi ortamın ürünü. Sansür, kapatma, hapsetme, ve polisiye yöntemlerle basının tek sesli bir borazan haline getirilmeye çalışılması, işten attırılan köşe yazarları, gazetecilere yönelen gözdağı ve cezalar bir ülkede faşizmin açık uygulamalarıdır ve yargının bağımsız olmadığının göstergesidir. Tutuklu gazeteci sayısı bakımından ilk sıralarda yer alan bir ülke olmayı utanç verici buluyorum.
Size ait bir soruyla bitirelim, gerçekten de aydınlık çok mu uzak?
Şu an öyle ışık sızmaz bir karanlık içindeyiz ki hiç bir şey görünmüyor.
Sinan Acıoğlu
Odatv.com