Akp görmek istemiyor diye… Son on senedir Levent Kırca’ya dair bilgi kırıntılarını bile sansürleyen, ekrana çıkmasın diye acımasızca ambargo uygulayan, tiyatrolarına bilet satamasın diye haber bile yapmayan, filmleri seyredilmesin diye resmen tanıtım yasağı uygulayan, görmezden gelinsin, unutulsun, bitsin, yok olsun diye çaba harcayan sayın medyamız, bugünlerde adeta keyifle yazıyor…
*
“Levent Kırca’nın Oya Başar’dan olan çocukları, mahkeme kararıyla babalarının mirasını reddetti, sanatçının borçları varmış” filan.
*
Sayın haysiyetsiz medyamız üç kuruş paraya ruhunu sattığı için… Miras denilen kavramı da paradan ibaret sanıyorlar.
*
Halbuki, ne demişti veda mektubunda?
*
“1974’te TRT ile girdim hayatınıza. O günden bu yana hayli zamanınızı aldım. 41 yıl… Yürekten teşekkür ederim, anılarınızda bana yer açtığınız için.
Sayısız ödül aldım. Renk renk, biçim biçim. Altından olup bir şey ifade etmeyeni de var, tenekeden olup paha biçilmez olanı da… Aldığım ilk birkaç ödülü çalışma masamın üstüne koydum. Çalışacak yer kalmayınca, camlı bir dolaba koydum. Dolap isyan edince, odamı onlara tahsis ettim. Evi istila ettiklerinde ise, sokakta kaldım.
Arada bir onları ziyaret ettiğimde hiç dertleri olmadığını gördüm. Üzerlerindeki toza rağmen şikayet edeni yoktu. Hepsi yerini biliyordu. Birbirlerine saygılılardı. Hiç kavga etmediler. Birbirlerini yemediler. Birarada mutlu mesut geçindiler. Altından da olsalar, tenekeden de olsalar, hepsi birer ödüldü. Hepsi eşitti.
İki kardeş bir çorap yüzünden kavga edebilirler. Ama, komşunun çocuğu sorun çıkardığında, iki kardeş birlik olur. Evsahibi ile kiracı arasında problem olduğunda, bina yıkılacaksa birlik olurlar. O öbürünün tepesinden halı sarkıttığında kavga eden komşular, mahalle maçlarında birlik olur. Hacısı, ateisti, takımları gol attığında sarılır, ağlarlar. Düşman ülke sana savaş açtığında, ülke birlik olur. Toprağım dediğin adamın her işine koşarsın. Memlekette yüzünü görmek istemediğin, başka şehirde canın, memleketlin olur. Toprak aynı toprak, biraz tozlu, biraz killi… Su aynı su, biraz berrak, biraz kireçli… İnsan olarak birbirimizi sahiplenmek, birleşebilmek için uzaylıların dünyayı istila etmesi mi gerekir?
Güzellikler paylaşıldıkça değerlenir, kötülükler çoğaldıkça kanıksanır.
Geçmişlerimiz ve benim jenerasyonumdaki insanlar için, eskiler her zaman daha güzel gelmiştir. Daha sağlıklı, daha diri, daha dertsiz gelmiştir. Daha adaletli, daha umutlu gelmiştir. Eski zamanlar, ah o eski zamanlar’dır.
Bu mektubumu sizlere, değerli bir film festivali vesilesiyle yazıyorum. O yüzden, benim için yeri çok ayrı olan bir yönetmenden alıntı yapmakta sakınca görmüyorum. Woody Allen’ın Midnight in Paris filminde zaman atlamaları vardır. Film günümüzde başlar, basit ama fantastik bir yöntemle sürekli geçmişe gider. Filmde o geçmiş dönemler içinde, Ernest Hemingway, Dali, Picasso, T.S. Elliot, Edgar Degas, Luis Bunuel gibi önemi tartışılmaz insanlara rastlarız. Hepsi, hangi dönemde yaşıyor olurlarsa olsunlar, kendi geçmişlerinin her zaman daha iyi olduğunu ve ona özlem duyduklarını belirtirler. Hepsinin ağzından ‘ahh o eski zamanlar’ cümlesini bir kez duyarız. Filmin ana önermesi ise, sonunda, en güzel an’ın, içinde bulunduğun, yaşadığın an olduğudur. Yaşadığımız şu an.
Şu an… Elinizden yaşam boyu onur ödülünü alıyorum. Ödül vermek onore etmektir. Almaksa, onore olmak. Düşünüp, cesaret edip, bir şeyi hayata geçirdiğinizde, birileri için değer görüyorsa, sizi ödüllendirirler. Bunun karşılığı, maddi karşılığından büyüktür. O işiniz için ödül alırsınız. Yaşam boyu onur ödülü ise, yaşamda yaptıklarınızın, varlığınızın ya da amacınızın topyekün mükafatlandırılması gibidir. Bu ödülün anlamı benim için çok büyük.
Bu ödülü de eve götüreceğim. Ama, diğer ödüllerin arasında başköşeye koymayacağım. Ödülsen ödüllüğünü bil! Diğerleri neredeyse, oraya, yanlarına koyacağım. O da onlarla birlikte tozlanacak. Onlardan biri olacak. Yaşam boyu onur ödülü de olsan, Cumhur’iyet altını da olsan, kimseye ayrı gayrı yapamam. Diğerleri tozlu raflarda dururken, sana saray şeklinde dolap yapmayacağım! Çünkü ödül de olsan, sana hak ettiğin anlamı veren, içinde bulunduğun dolabın büyüklüğü ya da şekli değil, bizim sana verdiğimiz değerdir.
İster misin şimdi böyle dedim diye, bu ödül beni mahkemeye versin?
Güzel şeyler paylaşabildiysek sizinle, ne mutlu bana. Benim jenerasyonumda bir insan çabalarının meyvesini görememe durumuna mı üzülmeli, yoksa daha kötülerini yaşamayacak olduğu için teselli mi bulmalı, şu an bilemiyorum.
Yine Woody Allen ‘bir yönetmenin en büyük hatası, bu kötü senaryoyu çekerek adam ederim demesidir’ der. Siz de yönetmensiniz. Ailenizi yöneten, işinizi yöneten, etrafınızı yöneten… ‘Şu an’ yöneten… Birlik verip bu senaryoyu değiştirin. Değiştirin ki, filminiz iyi olsun.
Dik durun.
Adil olun.
Sabırlı olun.
Enerjinizin sirayet etmesine müsaade edin.
Daha iyi bir dünyada görüşmek ümidiyle.
Atatürk’le kalın.
Cumhuriyet’le kalın.
Hoşçakalın.”
*
Miras budur.
*
Rahat uyu Levent ağabey.
Bu millet sana olan borcunu ödeyemez.