Evet ne idik?
Birinci Cihan savaşı bitmiş, ortağımız olan Almanlar yenilmiş, dolayısı ile, Çanakkale savaşını kazandığımız halde, Osmanlı devletini de yenilmiş sayan düşmanlar, elde kalan Anadolu’yu da paylaşmışlardı. Ordu dağıtılmış, askerlerin silahı alınmış, onunla da kalınmayarak halkın elinde ne kadar silah varsa toplatılmış, İstanbul’da askere giyecek yapan fabrika ve cephanelik düşmanların eline geçmişti. Yıl l915 Mayıs 15de de Yunanlılar İzmir’e ayak basıyor. Padişahtan oradaki kumandana “karşılık vermeyin emri” ile düşman geçtiği yeri yakarak yıkarak ilerliyor. Mustafa kemal Paşa da, bir hayli zorluk ve kurnazlıkla ordu müfettişi olarak, Rumlara iyi muamele etmeyen Türkleri yola getirmek! üzere gönderildiği Samsun’a, İngilizlerin bindikleri vapuru batırma korkusu içinde 19 arkadaşı ile 19 Mayıs 1919 da ayak basıyor
Böylece vatanın kurtulmasına ilk adım atılmış oluyor. Bundan sonra Erzurum Kongresi, Mustafa Kemal Paşanın tutuklanma emri, Kazım Karabekir paşanın tutuklayacağı yerde ona “emrinizdeyim” demesi, Paşanın askerlikten istifa edip bir vatan evladı olarak yurdun kurtulması için çalışacağını söylemesi kongre üyeleri arasında yarattığı heyecan ikinci adım oluyor. Bundan sonra Sivas kongresi , bütün yurtta düşmana karşı durma toplantıları ile ülke ayağa kalkmaya başlıyor. Sivas’tan sonra bir hayli zorluklarla Mustafa Kamal birkaç arkadaşı ile gittikleri ve büyük bir çoşku ile karşılandıkları Ankara’da ilk işleri bir millet meclisi kurmak oluyor. O arada İstanbul’daki meclis İngilizler tarafından kapandığı için oradan gelenler ve Anadolu’dan yeniden seçilenlerle yeni bir millet meclisi meydana geliyor. Düşman da batıda ilerleyerek İnönü’ye kadar geliyor. Orda elinden silahı alınmış derme çatma silah ve ayaklarında çarıklarla düşmanı durdurmaya ve geriye çekilmeye mecbur ediyor kahraman askerimiz. Fakat daha fazla savaşmaya güç yok. Mustafa Kemal paşa Büyük Millet Meclisinde üç ay için aldığı görev üstlenmesi ile halkı , verilenlerin karşılığı zaferden sonra ödenmek üzere, yardım için ayaklandırıyor. Kadın ,erkek, çocuklar bile askere giyecek, silah, İstanbul’dan canları bahasına kaçırılan çephenenin taşınması için çalışıyor, halk elinden gelen neyi varsa devlete veriyor. Bunun sonocu Sakarya savaşı, arkadan Dumlupınar savaşı ile Yunanlılar yurttan atılıyor. Lozan konferansında birleşmiş milletlere istediklerimiz kabul ettiriyoruz. Yurdu işgal eden diğer devletler ülkeden çekiliyorlar..Padişah Vahdettin İngizlerle kaçıyor. Büyük Millet meclisi , devlet idaremizin Cumhuriyet olduğunu dünyaya duyuruyor.
İşte böylece 500 yıllık Osmanlı Devleti, zamana ayağını uyduramadığı için yıkılmış, yerine Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştu. Kurulmuştu ama yönetilecek halk , Avrupa’nın nerede ise 400 yıl gerisinde, okuma yazma bilmeyen, her yeniliğe karşı dini çıkaran, sanattan haberi olmayan bir halk vardı. Eğer Osmanlı kafasında yürünürse hemen uygar olmuş milletlerin yine yemi olacaktık. Artık A’dan Z’ye büyük bir değişiklik gerekti ülkede. Hemen kollar sıvandı, yapılması gerekli olanlar birbirini kovaladı:
1924 de İslamlığa ve İslamlara hiçbir yararı olmayan halifelik ve medreseler kaldırıldı. Ayni düzeyde eğitim verecek ilkokul ve liseler açılmaya başlandı.
1925: müzikten haberi olmayan Milletin çocuklarına Müzik öğretilsin, diye Almanya’dan getirilen bir müzisyen başkanlığında MUSİKİÖĞRETMEN OKULU açıldı. Çok, yetenekli öğretmenler için İsveç’ten getirilen uzmanlarla spor kursları verildi.
En önemlisi de kıyafet kanunu çıktı. Bununla ülkemizde tarikatlara, yörelere göre giyilen giyisilerin yerine pantolon caket giyilecek başa da şapka veya kasket konacaktı. Her dinden olan din adamları da din kıyafetlerini görev başında giyecek, sokakta pantolon , caket ve şapka ile gezecekti. Kadınlara yalnız idare amirleri tarafından çarşaflarınızı çıkarın, denecekti. Yapmayana ceza konmamıştı. Cezasız olarak herkes bu kanuna uyuverdi. sokaklar Batı ülkelerine benzemişti. Kadınların bir kısmı tam modern kıyafette, başlarında şapka ile geziyorlar, diğer kısmı da dizlerin biraz altında tayyör veya manto ile başlarına siyah bir örtü örtüyorlardı. İkinci Meşrutiyet de açılan kız ilkokullarında kızlara baş örttürülmemiş bu gelenek Cumhuriyet döneminde sürmüş ve hiç bir okullu kız başını örtmemişti.
1926 yılında Medeni Kanun, aile hukuku çıkınca kadınla erkek her alanda eşit sayıldı. Artık aile içinde, sosyal yaşamda, eğitimde kadın erkek ayrılığı olmayacaktı. ve en önemli Arap yazısı yerine dilimize uygun bir yazı getirilmiş, bütün millet bu yazıyı öğrenmek için seferber olmuştu .Bu arada eğitime ve ekonomi konuları da çok önemliydi.Yüksek okullar olmadığı gibi oralarda eğitim yaptıracak öğretmenler de yoktu. Bunun için kısıtlı olan liselerde başarılı gençler Avrupa’ya, hatta Amerika’ya gönderildi. Onlar henüz dönmeden , Almanya’da Hitler rejiminin , Yahudi oldukları için işlerinden Attıkları çok değerli Profesöeleri Türkiye Cumhuriyeti devleti sığınmacı olarak aldı ve onlarla Ankara’da yüksek okullar, İstanbul’da tam kadro İstanbul Üniversitsi kuruldu.
Henüz savaş devam ederken yapılan ekonomi kongresi doğrultusunda çesitlı fabrikalar açılmaya başlandı. Düşünebiliyor musunuz o zamana kadar ülkemizde bir çimento ve bir şeker fabrikası yoktu. Biri ana yapı malzemesi, diğeri ana gıda. Bunlarla birlikte kumaş fabrikaları açılıyordı. Toprak altı madenlerimiz korumaya alınıyor, tren yolları, savaşta yanmış yıkılmış yerler yapılıyor, Ankara yeni bir şehir olarak yükseliyordu.. Ülke sanki bir şantiye idi. Diğer taraftan topu topu 300 kadar olan doktorumuz, ülkeyi kaplamış olan sıtma, bir tür gözleri kör eden tırahum. tifüs ve tifilüs, verem, sıtma hastalıklarını tedavi etmeye çalışıyordu. Sıtmaya neden olan sivrisinek yuvası bataklıklar kurutuluyordu. Bunlar dışarıya borçlanmadan, paramızın değeri düşmeden yapılıyordu. Ne topraklarımız satılıyor, ne de şimdiki gibi Arap ülkelerinden para yağıyordu. Onlar ayrıca savaşlarda İngilizlerle birleşerek bizi arkamızdan vurmaya çalışmışlardı. Yalnız Hindistan Müslümanlarının gönderdiği yardım İş Bankasını kurmaya yaramıştı. Bu arda Arapça Farsça karışık Osmanlı Türkçesi yerine kendi dilimiz öztürkçe çalışmaları da başlamıştı. O günkü yetişen gençlerimizin tek düşüncesi bir an önce adam olup ülkemizi çağdaş ülkeler düzeyine çıkarmaktı.
İşte bu gençler, onların çocuklarına, torunlarına hatta torunlarının çocuklarına aşıladıkları buaydınlanma yüreğiyle, uygarlık düşmanı yobazların bütün engelleme çabalarına karşı, bugünkü duruma, Avrupa’nın 400 yıllık rönesansına 80 yılda geldik.
Hiç bilimden haberimiz yok iken bugün dünya çapında ödüller alan bilim insanlarımız, buluşlarıyla kendilerinden söz ettiren, dünyada yılın ve yüzyılın bilim adamı seçilen doktorlarımızla ne kadar öğünsek yeridir.Gençlerimiz eğitim için gittikleri dış ülkelerde başarılı oldular ve olmaktalar. Bu gençleri her alanda yetiştiren, kökü Atatürk zamanında açılan üniversite ve yüksek okullara dayanan yüksek düzeyde özel ve tüzel üniversitelerimiz açıldı.
Müzikten haberimiz yok iken eserleri dünyada çalınan kompozitörlerimiz, dünya sahnelerinde konserler veren kadın erkek sanatçılarımız oldu. 1930 larda bir flarmoni orkestramız yok iken bir çok şehirlerin , üniversitelerin orkestraları var şimdi.
Eserleri Batı dünyasında sergilenen, çok değerli olanları müzelere alınan ressam ve heykeltraşlarımız oldu.
1920 yılında bir kadın sanatçı sahneye çıktı, diye nerede ise öldürülecekti. Bugün tiyatro sahnelerinde film setlerinde , Batı sanatçılarını aratmayacak kadar oyun sergileyen, kadın erkek sanatçılarımız var. Sinamadan sinamacılıkten haberimiz yok iken senaryosu, sanatcısı, dekoru, müziği ile dış dünyada ödül alan ve büyük zevkle izlenen filimlerimiz, dizilerimizle ne kadar gurur duysak yeridir. Bunlara devlet içindeki yobazlar engel olmaya kalksalar, devlet yardımını kesse bile Sanatın değerini bilen özel kurumlar destekliyor onları.
Cumhuriyete kadar halkın, okuyacağı, anlayacağı bir edebi eser yoktu.Hoş onları okuyup anlayacak insanımız da yoktu. Cumhuriyetten sora Reşat Nuri Güntekin, Halide Edip Adıvar, Ömer seyfettin gibi bir avuç yazarımız oldu. O günden bugüne Eserleri dünyada yayınlanan ve merakla okunan edebiyatçılarımız ortaya çıktı. Bunlardan Buket Uzuner, Yaşar Kemel, Orhan Pamuk’u sayabiliriz. Cumhuriyet başlangıcında kimsenin okumaktan, yazmaktan haberi yoktu. Dilimize göre yazının gelmesi, anlaşılmayan Osmanlıcanın bırakılarak kendi öz dilimizde kitapların yazılması ile, Ayrıca okulların çoğalması ile yavaş yavaş halkımızda okuma merakı başladı. Kitap fuarlarınn açılması halkın kitapları, yazarlarını tanıması ile okuyan çoğaldı. Bana göre 1995 den sonra bir çok yayın evi açıldı, yeni kitaplar basılmaya başladı. Eğer okuyan olmasa bunlar olmazdı. Evet 80 yıl önceyi, ve aradaki gelişmeyi bilmeyenler “bizim halkımız okumaz” diye yakınırlar. Bu arada bir olayı anlatayım: Rahmetli annem 70 yaşlarında yeni yazı ile okuma yazma öğrenmiş bir hanım. 1954 yılınde Almanya’da doktor olan oğlunu ziyarete gidiyor. Döndüğünde bana ilk söylediği “gittiğimiz oğlumun arkadaşlarının evlerinin hepsinde kütüphane var. Bizim kaç evimizde böyle kitaplık var ki, çocuklar okumaya heves etsinler” demişti. Kitap okumak insanların ufkunu genişletiyor. Kitap okumayan siyasetçi olamaz, olsa da ne yapacağını bilemez, yanlışlıklar içinde hem kendisine , hem etrafındakilere, hem de ülkesine zararlı olur. Çocuklarımızın daha çok kitap okuması için, her şehirde kitap fuarı açılması, şehirlerde sık halk kitaplıkları bulunması gerek. Aydın geçinenlerimizin, halkımız okumuyor, diye onları küçümsediklerine kızıyorum. 80 yıl önce okumadan yazmadan haberi olmayan bu zavallı halka , çocuklarımıza ne gibi kolaylıklar verdik ki, onlardan yakınalım. Halkı eğitmek, okuma alışkanlığı kazandırmak, sanat yeteneklerini ortaya çıkarıp eğitme olanağı sağlayan Halkevleri kapatıldı. Yerine tarikatlar, kuran kursları açılarak halkımızı tam zamana uydururken tekrar geriye götürüyorlar. Aydın geçinenler bunları görmüyor, oturdukları yerden bol bol atıyorlar.
Bugün ülkemizde gördüğümüz Batı ülkeleriyle çağdaş ne varsa Atatürk zamanında kurulan Üniversite ve yüksek okulların açtığı yolda koşan gençlerimizin meydana getirdiği özel ve tüzel üniversitelerimizde , okullarımızda yetişen gençlerimizin beyinlerinin ve ellerinin eseridir. Bu ruha ruh katacakları yerde onları küçümseyenleri lanetliyorum.
Beni en çok şaşırtan bir durum da Avrupa’ya, mağaradan çıkar gibi işçi olarak gönderilen vatandaşlarımız. Bu insanlardan 50 yıl içinde yaşadıkları devletin siyasetine, eğitimine, ekonomisine, ticaretine katılacak kadar ilerlemeleri. Bunları düşündükçe Atatürk’ün “ Türk çalışkandır, zekidir” sözü geliyor aklıma. Ne kadar doğru! Eğer yolumuza yobazlar, Osmanlı’dan kalma örümcek kafalılar çıkmayıp Köy Enstitüleri, Halkevleri kapatılmasaydı ve Ezan Türkçe, Kuran Türkçe okutulsaydı ne türban meselesi, ne de kadın cinayetleri olacaktı ve daha ne kadar çok ilerleyecektik ! Bunlardan başka Atatürk, diye feryad edenlerimiz, ondan yardım bekleyenlerimiz, bugüne kadar devleti idare edenlerin aydınlanmamıza karşı olan hareketlerine yüzlerce mektup veya telgrafla tepki göstermediler. eğer demokrasinin en önemli görevi iyi olanı öğerek, iyi olmayanı eleştirerek topluca tepki gösterilseydi yine yobazlar bu drece azamayacaktı. Zararın neresin dönülse kardır, haydi korkmadan tepki göstermeye. Ağlayacağına korkmadan tepki göster!!
7 Temmuz 2015
Muazzez İlmiye Çığ