Birinci Körfez krizinden bu yana güney sınırlarında ve içeride ciddi güvenlik tehditlerine maruz kalan Türkiye 1990’lı yıllarda bu tehditleri askeri çabalarla aşmaya çalışmış ve bu konuda önemli mesafeler kat etmiştir. Özellikle PKK terörüne karşı Türk Silahlı Kuvvetleri ile kolluk güçlerinin ortak çalışmaları ciddi sonuçlar vermiş ve terör örgütü, belki de kuruluşundan bu yana en marjinal seviyesine kadar geriletilmiştir. Örgüt lideri Abdullah Öcalan’ın 1999 yılında yakalanması ile PKK dağılma noktasına gelmiş ancak, terörle mücadele konusunda ülkenin, askeri taktikler dışında, kapsamlı bir politikası olmamasından dolayı kesin sonuca varılamamıştır. Özellikle Irak’ın kuzeyindeki üs bölgesi tamamen bertaraf edilmemiş/edilememiş, bu da örgütün tekrar toparlanıp, gerek silah ve mühimmat temini gerekse de eleman temini açısından önemli kazanımlar elde etmesine sebep olmuştur.
Yaklaşık, 1984’ten 1999 yılına kadar, 15 yılda örgüt liderini yakalayıp askeri olarak PKK’yı çökerten Türkiye, maalesef bu örgütün – dışarıdan aldığı desteklerin de katkısıyla – yurt içinde ve yurt dışında siyaseten güç kazanmasına engel olamamıştır. Birinci körfez krizinden bu yana Ortadoğu’ya yönelik yürütülen dış politikalar ne yazık ki terör örgütünün tasfiyesine imkân tanımadığı gibi, siyaseten de güç kazanmasına yol açmıştır. Bunda, güney komşularımızda oluşan devlet otoritesindeki zafiyetin de katkısı olmuştur. 1999- 2016 yılları arasında PKK terör örgütü yeniden yapılanma sürecine girmiş, bağımsız devlet kurma aşamasına giden yolun alt yapısını oluşturmaya başlamış ve buna ilişkin eylemlerine devam etmiştir. Türkiye bu süreçte PKK terör örgütüne yönelik olarak sınır ötesi operasyon yapma imkânını da kaybettiğinden askeri açıdan da PKK’nın güçlenmesinin önüne geçememiştir.
Birinci (1990 – 1991) ve İkinci (2003) Körfez krizleri/savaşları ve 2011’den bu yana süregelen Suriye iç savaşı Türkiye’yi ciddi anlamda etkilemiş ve sınırımızda yaşanan bu gelişmeler önemli güvenlik riskleri oluşturmuştur. Güney sınırımızda yaşanan iç savaş bölgede ciddi bir güvenlik zafiyeti yaratmış, sınır illerimizde üslenen yabancı sivil toplum kuruluşları, neredeyse Suriye iç savaşındaki muhalif taraflara, militan temin merkezleri gibi çalışmışlardır. Sınır illerimiz profesyonel teröristlerin ve paralı askerlerin cirit attığı yerlere dönüşmüştür. Elbette PKK terör örgütü de ülkede yaşanan bu otorite zaafından faydalanıp, güneydoğu bölgemizde kendi otoritesini tesis etmek için şehir yapılanmalarını güçlendirmeye ve paralel bir devlet yapısı oluşturmaya çalışmaktadır.
Haziran 2015 seçimleri sonrasında, terör örgütünün silahlı eylemlerini artırması ve kendi paralel devlet yapısını resmen hayata geçirmek üzere bazı şehirlerde özyönetim ilan etmesi üzerine Hükümet, çözüm sürecini sonlandırarak kolluk güçleri ve askeri güçlerle, terör örgütünü özyönetim ilan ettiği şehirlerden temizlemek için operasyonlara başlamıştır. Çeşitli şehirlerimizde sokağa çıkma yasakları ilan edilmiş ve özel operasyon birlikleri ile örgüt mensuplarının yuvalandıkları yerler terör örgütü militanlarından temizlenmeye başlanmıştır. Yaşanan şiddetli çatışmalar bölgede yaşayan halkın hayatını olumsuz etkilemekte, halk daha güvenli yerlere gitmeye çalışmaktadır. Ancak terör örgütü açısından halkın bölgeyi terk etmesi iki farklı sonuç doğurmaktadır. Bir yandan, evlerini terk eden halk örgüt açısından istismar edilebilecek bir propaganda unsuru olmuş, diğer yandan ise, halkın teröristlerin yuvalandıkları bölgeyi terk etmeleri güvenlik güçlerine daha rahat operasyon yapma fırsatı vermiş ve örgüt militanlarının imhasını kolaylaştırmıştır. Bu ikilem içerisinde, örgüt genellikle yuvalandıkları bölgelerde halkın evlerini terk etmelerine müsaade etmemekte, gitmeye kalkanlara şiddet uygulamakta ve bu şekilde ölen sivilleri de devlet öldürmüş gibi göstermeye çalışarak kara propaganda yapmaktadır.
Ülkeyi şehir çatışmaları ile şiddet sarmalına sokan terör örgütü, özellikle sınır illerimizde yaşanan güvenlik ve kontrol zafiyeti nedeniyle militanlarını profesyonel terörist ve paralı askerlerle takviye etmekte, silah ve mühimmat ikmalini de daha kolay yapmaktadır. Tüm bu yaşananlar ve sivil kayıplardan kaçınmaya çalışan güvenlik güçlerinin daha titiz çalışmaları operasyonların uzamasına sebep olmaktadır. Uzayan çatışma süreci gerek bölge halkında gerekse çatışma bölgelerinin dışında tüm ülke insanında bir bıkkınlık yaratma noktasına dayanmıştır. Bu kadar uzun süre, neredeyse tüm ülke halkını doğrudan etkileyen şiddet ve terörün ülkede bıkkınlık yaratmaması elbette mümkün değildir. Terör ve şiddetin amacı da zaten yılgınlık yaratıp hedeflediği stratejik ve siyasal çıkarları gerçekleştirmektir.
Terör örgütünün ülkede şiddeti tırmandırmasının Suriye’de yaşananlarla ilgisiz olduğu düşünülemez. Suriye’de savaşan kimi örgütlerin, PYD/YPG gibi, PKK’yı gerek silah ve mühimmat açısından gerekse militan temini açısından destekledikleri açıktır. Türkiye’nin ilgisini Suriye üzerinden çekip iç meselelerle uğraştırmak isteyen bölgesel ve küresel güçler de terör örgütüne destek vermektedirler. Tıpkı, Kurtuluş Savaşı sonrası genç Türkiye Cumhuriyet’inin Irak ve Suriye üzerindeki ilgisini ve etkisini kırmak için içeride iç isyanları tertipleyip kışkırtmaları gibi. Güneyimizde, Suriye’de faaliyet gösteren küresel ve bölgesel güçler PKK’ya doğrudan ya da dolaylı destek göstermek suretiyle yurt içindeki terör olaylarının tırmanması ve şiddetin yaygınlaşmasına katkı vererek Türkiye’yi uluslararası alanda sıkıştırmaya ve savaşın içine çekmeye çalışmaktadırlar. Türkiye’nin savaşa dâhil olmaktan başka çıkar yolu yok algısı yaratılmaktadır. Ülkeyi yöneten erkin, son söylemlerinde de maalesef savaş dili hâkim olmakta, kamuoyuna savaşın şart ve meşru olduğu alt mesajları verilmektedir.
Tüm bunların ışığında olayları tekrar değerlendirdiğimizde Türkiye’nin gerek içerideki terör, şiddet olayları nedeniyle gerekse Suriye’de yaşanan ve sınır güvenliğimizi ciddi anlamda tehlikeye atan iç savaş nedeniyle ciddi bir sıkışma içerisinde olduğu görülmektedir. Çünkü içeride yaşanan terör olayları ile Suriye’de yaşananlar birbirinden bağımsız görünmemektedir. Bu sıkışmışlığı aşmanın şu an için iki temel yolu görülmektedir. Birincisi, tüm kolluk güçleri ile içeride terör örgütüne etkili operasyonları sürdürürken örgütün yurt dışından destek aldığı hedefleri ve örgüt üst düzey yönetici kademelerini askeri olarak etkisiz hale getirmek ki bu Irak’a ve Suriye’ye askeri müdahale demektir. Bu çok kolay görünmüyor şu an için. Güneyimize ABD ve Rusya yerleştiğinden bu yana sınır ötesi operasyon yapma imkânımız önemli ölçüde sekteye uğramıştır. Ayrıca, tüm engellere rağmen, her şey göze alınıp sınır ötesi askeri operasyon yapılsa bile önemli uluslararası krizlere ve çok ciddi bir bölgesel savaşa yol açma riski var. İkincisi, her şeye rağmen tüm bölge ülkeleri ve Rusya ile diplomatik temasları sıklaştırıp Suriye’deki çatışmayı sonlandırmak üzere çaba göstermek ve içeride de terör örgütüne yönelik etkin operasyonları devam ettirerek örgütü en marjinal seviyeye çekmek. Komşularımız ve bölge ülkeleri ile kuracağımız temaslar aynı zamanda PKK terör örgütüne yönelik dış desteğin kesilmesinde de önemli rol oynayacaktır. Tıpkı 1984’te Irak’la imzalanan Güvenlik Anlaşması ve Suriye ile 1998’de imzalanan Adana Mutabakatında olduğu gibi. Türkiye çok tehlikeli bir oyunun içine çekilmektedir ve görünen o dur ki ülke terör ve savaş sarmalında gittikçe sıkışmaktadır.
Bölgemizde terörün tırmandığı, savaş tamtamlarının çaldığı bir ortamda sağduyunun ve aklın kazanması en büyük umudumuzdur. Birbirimizle şiddet içeren yüksek bir rekabet içerisinde olmaktansa dayanışma yoluyla daha huzurlu ve refah içerisinde yaşamak mümkündür. Bunu da diplomasi ile başarabiliriz, savaşarak emperyal güçlerin çıkarlarına hizmet etmektense kendi mutluluğumuz ve refahımız için çalışmalı, bunun yollarını aramalıyız. Türkiye, tüm çabasını yurt içinde terör ve şiddetin sonlandırılması ve Güney komşularıyla huzur ve barışın tesisi için harcamalıdır.
Mahmut ŞAHİN