Belki bir yıla yakındır TRT’de haber izlemiyordum. Haber, diğer kanallarda da izlenmiyor, haber niyetine verilen gırgır konuları dinlemeye, birilerinin durmadan göze sokulup büyütülmesine, bunların sesini duymaya dayanılmıyor, o ayrı… Son aylarda burada müzik de dinlenmiyor. Ne, TRT 4 adıyla yayın yaparken izlediğimiz özgün konserler var, ne eski güzel sesler… Ne de bir kültür yayını olmanın ağırbaşlılığı… Düzeyi iyice aşağılara indirdiler. Arabeskleşti müziğimiz… Yozlaştırıldı… Hep aynı kişiler, aynı sesler, aynı yalakalar, aynı tescilli bölücüler, ülkemizde şarkıcı kıtlığı varmış, TRT sanatçı yetiştiren bir kurum değilmiş, ses sanatçılarımıza kıran girmiş gibi, ekrandalar… Arada sırada araya karışıveren bir iki gerçek sanatçıyı, müzisyen gibi müzisyeni ayırırsak, TRT müzik yayını dökülüyor tam anlamıyla… Pop, caz, arabesk akla gelen her tür müzik var.
Bir örnek vereyim bilmeyen ne olup bittiğini anlasın. Gökkuşağı adlı bir müzik yayını. Dünden bu örnek. Mucize Nağmeler yazıyor ekranda. Elde mikrofon iki kişi sahnede. Biri tiyatrocu Demet Akbağ, diğeri gurbetçi türkücü, önce yurtdışında ünlenen, sonra memlekete gelen Kubat. Bu ikili Türk sanat müziği (!) okuyorlar birlikte. Okudukları şarkı:
“Benzemez kimse sana.” Bir o, söylüyor bir o… Üzülüyor, kahroluyorsun ne bu şimdi diye… Yapılan ne şaka, ne bir magazin yayını, ne bir özel eğlence gecesi… Arkadan “Zaza” çıkıyor yayına. Çıkmasa şaşardık zaten. Mustafa Keser de bir kıyıda sırasını bekliyordur. Buralarda Muazzez Ersoy’suz bir yayın geçirene aşkolsun. Akşamları canlı yayında, sabahları yayının tekrarında… Devlet ekranı değil, tıpkı eskilerin içkili – yemekli gazino sahnesi, Türk filmlerinde gördüğümüz… Zerrin Özer TRT’nin değişmez sunucusu, şarkıcısı… Bir gece görünmese ikinci gece bir şekilde oralarda… Bir de adlarını bilmediğim, öğrenmeye de çalışmadığım arabeskin, pop müziğinin eski – yeni bülbülleri var. Kara sakallı, ticani kılıklı erkekler, dizilerin, özel televizyonların ünlü ettikleri… Çoğu da bölücü söylemleri, kadın kız ilişkileri ile bilinenler…
Nasıl bıkkınlık veriyorlar, nasıl bıktık hep aynı seslerden, aynı kişilerden anlatılamaz…
Geçen akşam maç bekleniyor evde. Devletin televizyonundan, birinci kanalından verilecekmiş. Bu nedenle yayın açıldı. Haberler:
Yarım saat, incir çekirdeğini doldurmayan, eften püften, ülkemizi hiç mi hiç ilgilendirmeyen, izleyene hiçbir şey vermeyen, basit mi basit konulara değinildi. Bu yayın, bir özel kanalmış, reklamla yaşıyormuş, çok izlenmek için seviyesini mecbur düşürmüş sanıyor insan ilk anda. Haber yayını değil, bir gülmece yayını mı, yayın, belgesel meraklıları için mi, zihinsel özürlülerin özel haber yayını mı, neymiş burası anlaşılmıyor…
Haberleri bittiğinde içinde bir bulantı, başında ağrı, bir sersemlik kalıyor… Neresiydi burası, biz neredeydik, kim bunlar diye sorguluyorsun yayıncıları, önünde ardında olanları, bu işi kotarıp ulusa bu şekilde sunanları. Ne zaman nasıl değişti bunca şey diye soruyorsun kendine. Şimdi bunları okuyanlar hemen itiraz edeceklerdir, ukalaca söyleneceklerdir:
“Ben çoktandır TRT yayınlarını izlemiyorum. Bunlar iktidara geldiklerinden beri hiç açmadım orayı. Yayın mı kalmadı bakacak? Yüzlerce… İzlemeyin, olsun bitsin.”
“Emriniz olur! İzleyenlere bir sözünüz yok mu? Burada neler olup bittiğini bilmeyene anlatmak her aydının görevi değil mi? Oturduğunuz yerde bu gidiş düzelecek mi? Yoksa daha mı beter olunacak?
Dün 13 Haziran’dı. En önemli olay, Tunceli’de teröristlerce memur lojmanları önünde bomba yüklü aracın patlatılmasıydı. Yoldan geçen vatandaşlardan altısı, bir savcı eşi, orada görevli iki polisimiz yaralandı. Üç ağır yaralımız var deniyor. Bomba yaralanmasında ağır yaralı ne demek düşününüz… Ne, ne oldu, kim yakalandı, hangi ihmal bu durumu yarattı, kimler bundan sorumlu, bir daha olmaması için bu tür bombalı saldırı, ne önlemler alındı… Bilmiyoruz. Ağır yaralıların adları, şimdi nasıl oldukları… Hiçbiri bilinmiyor. Önceki gün yine Tunceli’de kırsal alanda bir ilk yaşandı. Toprak altında düzeneklenen bombayla kırda yayılan sürü telef oldu. Büyükbaş hayvanlar parçalandı. Sürünün çobanı ağır yaralandı. Sınırlarımız ötesinde de önemli olaylar yaşanıyor. NATO uçakları ülkemizden kalkıyor, elleriyle parçaladıkları devletlerin topraklarına bomba yağdırıyorlar. Kim neye hizmet ediyor, bu yapılanlarla bizim ilgimiz nedir, sonunda başa ne gelecek, hani Almanya sözde soykırımı tanımıştı, buna karşı oraya yaptırım uygulanacaktı, hepsi unutulmuş, üsleri kullanma izni verilmiş, nedeni niçini açıklanmıyor…
Bu durum, bir kaç saniyelik haber ancak oluyor TRT’de. Hem de başta değil aralarda veriliyor.
Turizmde felaket çanları çalıyor. Kıbrıs’ta Rumlar, aralarına papazlarını alıp KKTC’de kapıya dayanmışlar, “Evlerimizi geri alacağız!” diyorlarmış… Liselerde bir takım olaylar başlatılıyor. Bunların kendiliğinden oluşması güç. Üniversitelerinin uyuduğu, ülke yıkılsa parmak oynatılmadığı, gençlerin ülke gündemiyle, eğitimdeki, yargıdaki olumsuzluklarla hiç ilgilenmediği bir ülkede liseliler neden ayağa kalksın? Hem de topluca. Tek çatlak ses çıkmadan. Neler oluyor? Bu konulardan tek söz yok…
Bakınız, gördüklerimi yazmak için iki akşamdır izliyorum burayı. TRT’nin haberleri şunlar:
Önden, iktidarın yöneticileri ne demiş, sesli olarak verme. Seslerini bir dinletme. Olmayan muhalefetten bir iki tümce. Terörden, saniyeler içinde, hızlıca bir iki söz etme. Hemen magazine geçme.
Televizyonda gösteri başlıyor tam burada. Kravatlı, takım elbiseli bir adam dev ekranlarda görüntüleri döndüre çevire, parmakla göstere göstere anlatıyor da anlatıyor. Allah ne verdiyse, öyle… Buyrun diyor, alın yiyin, bir güzel de uyuyun…
Seri katil Atalay yakalanmış. Bu olayı, neredeyse hepsi bir merkezden yönetilen basın – yayınımız, gündemi unutturmak, milleti oyalamak için nasıl dillerine dolamışlarsa, istedikleri olmuş. Sevinen sevinene… Ortalık bayram yeri. Seri katil yakalandı ya, derdimiz kalmadı… Öğlen çevremde tek konuşulan konu buydu. Herkes kendi derdini unutmuş, terör olaylarını unutmuş bunu konuşuyor. Evde yiyecek ekmeği yok, işsiz, ağzı kulaklarında, “Duydun mu?” diyor, “Seri katil yakalanmış!” Ooo, epey bilgilenmiş: “Ormanda böcek yemiş, kurbağa yemiş…”
Bu tatlı (!) konuyu TRT kaçırır mı? Neredeyse ilk baş haberi bu. Gösteri tam bir seyirlik. Para ödesen böylesini bir yerde göremezsin. Devletin polisi, cinayet börosu amiri bile bu adi katile sarılır, tebrik eder, takdir ederlerse böyle birini, televizyoncular neler yapmaz?
Dolmuş şoförü konuşturuluyor, köylü kadınlar, erkekler, ağzı olana mikrofon uzatılıyor. Gırgır, şamata o biçim. Ne yemiştir, nasıl doyunmuştur, sizin oralarda kırlarda gizlenmiş sorusunu yanıtlıyorlar: ‘Yemiştir zâr bizim meyvelerden.” Görenler daha bir coşkulu:” Bir çay içti, beş dakika oturdu.” Dolmuş şoförünü tutmayın, günün kahramanı:” “ Yüzü benim dikkatimi çekti. Sonra…”
Burada sunucu şöyle bir dönüyor arkaya doğru: “Amerika’ya, Orlando’ya gidelim…” Laf çok: “11 Eylül’den sonraki en büyük toplu saldırı…”
Sıra geliyor gazetelere geçmeyen, üstünde pek durulmayan, toplumca tanınmamış birinin cenaze haberine. TRT’de ayrıntılarıyla bir ölüm, cenaze görüntüleriyle:
“Doktor, hayırsever, vakıf insanı…” diye başlanıyor, anlatılıyor: “Doksan iki yaşında vefat eden… Fatih camisindeki törene katılanlar…”
Burada taş kesiliyoruz. İlk kez böylesi:
“Cenazede Kabe örtüsü örtüldü… İmam duanın sön bölümünü okumak için mikrofonu c. başkanına verdi…”
Amerika’da gidilen son cenazede (M. Ali Clay) yapılmak istenip de yapılamayanın ne olduğunu böylece gözümüzle görüyor, kulağımızla duyuyoruz. İçimizden de sormadan edemiyoruz: Fransız devlet başkanı bir cenazede yüksek sesle din görevlisiyle eski dilde dua okusa… Merkel böyle bir şey yapsa… Putin Ortodoks bir cenazede papazın görevini üstlense… Kendi dilleriyle de değil Latinceyle eski dille…
Haberlerin burasında yeniden güncel bir kaza ekranda. İlgi uyandırmak, kazayı satabilmek için sunucu soruyor: “Buzdolabı kayık olur mu?” Sonra kayık, binen, boğulan…
Ardından Fatih Terim’i getiriyorlar ekrana. Son yenilgi üzerine iki kem küm ediyor. Söylediği o kalıp söz akla türkücü İ. Tatlıses’i getiriyor ister istemez. “Ben bitti demeden bitmez!” derdi magazin gazetecilerine özel yaşamı için:
“Biz bitti demeden bitmez demek için iyi başlamak lazımdı, iyi başlayamadık…”
Sıradaki haber, haberin haberi. Gösteriş, algıya yönelik saldırı, dini kullanma, kandırmaca, uydurmaca hepsi hepsi var:
İstanbul’da halka açık verilen bir sahur yemeği…
Şimdi her aklı başında insan sorar, bir yemeğin haber değeri olur mu? Hem de devletin bir numaralı kanalında sokaktaki bir yemek, belediyenin reklamına dönük bir yemek haber özelliği taşır mı?
Siz sora durun. Asıl bu haber gecenin haberiydi burada. Diğerleri akılda kalmıyor bile. Burada takılıyorsun… Geceye damgasını vuran, toplumu dönüştürmeye kullanılan, geriye gidişi, artık gizlenmeyen hedefi simgeleyen bir haber… Ne o Pekaka terörü, ölenler, yaralananlar… Sorunlar… Eğitim, yargı, ekonomi, ekonomik – siyasi kriz, elektrik, doğal gaz, petrol, zam, pahalılık, faiz, Yunanistan, Nato…
Kutsal amacı (!) besleyen haber bu. Gerisi oyalama…
“Osmanlı’dan bir sahur geleneği: Sahurda “Temcit Pilavı” verildi.”
Neler anlatılıyor neler burada. Aslı varmış, yokmuş önemli değil. Osmanlı dediler ya, iş bitti…
Yemeği yiyenlere sorular. Yemeğe övgüler. Yemeğin tarifi. Yapılışının anlatılması…
Sahurda Suriyeliler de vardı diye övünüyorlar bir de… Varlıklarını duydukça herkes gelecekten korkarken…
“Lezzetli ve hafif bir yemek olan temcit pilavı… Bulgur ve yeşil mercimekten yapılan temcit pilavı…”
Konuşanlar iyice saçmalıyor:
“Temcit plavı güzel. Bunu dağıtan daha da güzel.” Sunucu da çene düşmüş, istenilen havaya girmiş: “ Bu yemek Osmanlı geleneği… Temcit… Pilav… Temcit pilavı…”
Temcit, sabah ezanından sonra okunan dua. Sahurun bir adı da temcit. Temcit pilavı ise gerçek bir pilavın adı değil, dilimizdeki bir deyim. Kendi anlamından ayrı anlamda kullanılan kalıplaşmış söz: Bıktırmak, bir şeyi bıktırıncaya kadar pek çok kez yapmak, yinelemek…
Öyle dedikleri gibi bulgurla, yok mercimekle yapılan pilavın adı değil bu söz.
Her gece aynı yemeğin (pilav) yapılması, akşam yapılan yemeğin de gece sahura kalkıldığında ısıtılarak sofraya konması; deyimin nereden geldiğinin öyküsü…
Toplumun algısını değiştirmek için, iktidarın, küresel çetenin yerli işbirlikçilerinin yaptıkları da temcit pilavı gibi hep aynı şeyler…
Olmayan bir dile sevgi, övgü… Olmayan bir millete ait olmayı marifet sayma… Kapanan bir devri yeniden açmaya çalışma, olmayacak duaya amin deme… Danışmanını (jöleli) fişekleyip fişekleyip akla ziyan sözlerle ekranlardan bağırtma:
“Balkanlar Türkiye’ye doğru dönüyor. Balkanlar bu coğrafyanın merkezine dönüyor. Yunanistan’da Romanya’da Bulgaristan’da halk Osmanlı’yı da çok iyi bilerek İstanbul’dan nasıl yönetilirizi konuşmaya başladı. Ortadoğu’da, Afrika’da bu konuşuluyor…”
“ Alis harikalar ülkesinde” masalını çağrıştıran “Danışman harikalar ülkesinde” yazmışlar gazeteler bu deli saçması sözleri duyururken başlıklarına.
Temcit pilavı bıkkınlığın adı. Bunların herkesi aptal tek kendilerini akıllı sayarak gizli – açık yaptıkları ise temcit pilavını da geçti…
Boğazımıza kadar geldi dayandı…
Feza Tiryaki, 14 Haziran 2016
İLK KURŞUN